25 Aralık 2009 Cuma

Cinsel isteği arttırıyor !


Domates ve kayısı yiyerek cinsel hayatınızı güçlendirebilirsiniz...
Eski çağlardan beri insanoğlunun ilgisini çeken afrodizyaklar, özellikle Uzakdoğu kökenli öğretilerde geniş biçimde yer alıyor. Sözgelimi, seks sanatı olarak bilinen Taoculuk' ta besinler "yin" ve “yang" olarak ikiye ayrılıyor. Kadınlar için yin, erkeklere için yang türü besinler öneriliyor. Yin yeşil ve lifli sebzeler, az miktarda balık eti ile meyve ve baklagillerden oluşuyor. Yang gıdalar ise; tuzlu ve fazla pişmiş yiyecekler ile kök bitkiler, hayvansal besinler ve hububatları kapsıyor. Taocu felsefede, insanların tavsiye edildiği şekilde beslendikleri takdirde, her zaman mükemmel bir cinsel yaşam sürdürebilecekleri iddia ediliyor.

Hindistan'daki bazı yoga öğretilerinde fazla şekerli yiyeceklerden kaçınılması istenirken, Çinliler polen içeren gıdalar alınmasını tavsiye ediyorlar.

Beslenmenin insan yaşamında doruğa çıktığı zamanın başlangıç noktası, anne karnındaki döneme rastlıyor. Yani cinsel hayatımızın ne kadar renkli ve etkili olacağı annemizin karnındayken şekillenmeye başlıyor.

Diyabet ve Beslenme Uzmanı Prof. Dr. Nazif Bağrıaçık bu konuda şu bilgileri veriyor: Besinleri; proteinler, karbonhidratlar, yağlar, su, vitamin ve mineraller olarak 6 gruba ayırabiliriz. Bunların çoğu, kalori sağlayan, günlük hareketi temin eden besin kaynaklarıdır. Yani bir tür yakıt. Ama vücudun kalıcı maddeleri protein, vitamin ve minerallerdir. Bunlar organizmanın esas yapı taşını oluştururlar. İşte, seksüel organların ve hormonların gelişimi de anne karnında, bu yapı taşlarının konmasıyla başlıyor. Bu evrede eksik ve kötü beslenme, açlık gibi durumlar, çocukta bir fonksiyon eksikliğine neden olabiliyor.”Prof. Dr. Bağrıaçık, seks yaşamı için ikinci önemli evrenin gelişme yaşı olarak adlandırılan ergenlik dönemi olduğunu söylüyor ve şöyle devam ediyor: Bu dönemde yetersiz beslenme kadar aşırı beslenmenin de olumsuzlukları görülüyor. Şişmanlık, oburluk, fazla yağlı gıdalarla beslenme gibi alışkanlıklar cinsel organların fonksiyonlarını engelleyen veya azaltan etki yapıyor. Bir erkek çocuk 7-12 yaş arasında birden bire kilo alırsa yumurtalıkları küçülüyor ve gelişmesi zayıflıyor. Kız çocuğunun ise adet görmesi gecikiyor, göğüsleri gelişmiyor. Rahimde ya da yumurtalıklarda gelişme bozuklukları ortaya çıkabiliyor. Uzmanlar, cinsel performansı artırmak için çeşitli ilaçlara yönelmektense, düzenli ve sağlıklı bir beslenme programı izlemenin çok daha yararlı olacağını savunuyorlar.

DOMATES VE KAYISI CİNSEL İSTEĞİ ARTIRIYOR

Cerrahpaşa Tıp Fakültesine yapılan bazı araştırmalarda domates ve kayısıda bulunan PP vitaminin cinsel performansı ve isteği artırdığını ortaya çıkardı. Bu durum, hem C vitamini hem de PP vitamini açısından zengin olan domatesi sofraların baş tacı ediyor. Cinsel performansı artıran maddeler arasında başı, iyot ve B vitamini çekiyor. B vitamini en çok buğdayda bulunuyor. Ayrıca C vitaminini de unutmamak gerekiyor. C vitamini almanın en ideal yolu ise sabah kahvaltısında ya da ara öğünlerden birinde bir kase çilek yada kivi yemek. Ayrıca yeşil sebzelerde portakal, mandalina ve greyfurtta da C vitamini olduğunu unutmayın. Özellikle erkekler günlük çinko alımına dikkat etmelidir. Çünkü çinko, erkeğin sperm üretimini artıran mineraller arasında yer alıyor. Erkeklerin pırasa, lahana türü sebzeleri bolca tüketmesi gerekiyor.

Kilo almanızın nedeni duygusal açlık olabilir !


Moraliniz bozulduğunda, sinirlendiğinizde ya da bunaldığınızda iştahı katlanarak artanlardan mısınız?
Uzun yıllar kilo sorunları olan kadınlarla çalışan Hertfordshire Üniversitesi'den emekli ünlü profesör ve duygusal açlık konusunda uzman olan Julia Buckroyd; açlıkla baş etmede en kolay yolun, yemek yemeden önce kendinize dört anahtar kelimeyi hatırlatmak olduğunu söylüyor; "Müşterilerim sinirli anlarında yemek yeme ihtiyacı hissettiklerinde kendilerine; 'Neden?' diye sormalarını istiyorum. Bu bir nevi sakinleşmek için içinizden ona kadar saymaya benziyor."

Açlığın her nedense duygusallıktan çok biyolojik olduğu düşünülür... Oysa UCLA Üniversitesi'nde Klinik Psikiyatri alanında başarılı araştırmalara imza atan ve aynı zamanda shrimcyourself.com sitesinin kurucusu olan Dr. Roger Gould, açlığın temelinde duygusal boşluklar olduğunu savunuyor. "Biyolojik açlık kendini yavaş yavaş gösterir ve bir tabak sebze dahi doymanız için yeterlidir. Duygusal açlık ise günün farklı saatlerinde kendini aşerme olarak belli eder" diyerek duruma açıklık getiriyor ve ekliyor: "Üstelik ihtiyacınız olan besinleri değil de, sizi duygusal sorunlarınızdan uzaklaştıracak olanları tercih edersiniz. Bazı kişiler bu hassas noktayı fark ederken, bazıları da tuzağa düşerek kendilerini yemek yiyerek mutlu etmeye çalışıyor. Amacım kilo sorunları yaşayanlara duygusal açlıkla biyolojik açlık arasındaki farkı öğretmek ve sorunlar karşısında yemek yemek yerine farklı yönlere kaymalarını sağlamak!".

Duygusal açlıkla nasıl mücadele edilebilir?

Bunu ancak mantığınızla çözebilirsiniz. Birmingham Üniversitesi'nde yapılan bir araştırmaya göre Kavramsal Davranışlar Terapisi'nin duygusal acıkmaya karşı oldukça etkili olduğu kanıtlanmış. İnsanlara psikolojik sorunları olduğu zaman çözümü kendileriyle konuşarak, bir nevi kişisel terapi uygulayarak bulmalarına yardımcı olunan bu terapide Profesör Buckroyd; duygusal acıkmaya neden olan psikolojik sorunlar karşısında kendinize 'Bu ne anlama geliyor?' sorusunu sormanızı tavsiye ediyor. Diyetisyen yardımıyla zar zor verilen kilolar bir yılda geri alınırken, Kavramsal Davranışlar Terapisi'nde gerçekleşen konferanslar sayesinde hem sorunlarınız yüzünden aşırı yemek yemekten uzaklaşıyorsunuz, hem de diyet ile verdiğiniz kiloları kendinizi telkin ederek geri almıyorsunuz.

Bugüne kadar uzmanlar kriz anında rahatlamak ve yemekten uzak durmak için sıcak bir köpük banyosu yapmamızı ya da dişlerimizi fırçalamamızı öneriyorlardı. Ancak sık sık açlık krizi yaşayanlar gayet iyi bilir ki; köpük banyosu abur cuburdan uzak durmak için ne yazık ki uzun süreli bir etki sağlamaz. Bu nedenle rahatlama aşamasında kendinizi sorgulamaya çalışmanız, sorunların köküne inmeniz açısından da hayli başarılı sonuçlar verebilir. ‘Neden bu kadar stresliyim?’, ‘Yemek yemek kalıcı bir çözüm mü?’, ‘Neden yemek yiyerek kendime zarar veriyorum?’ gibi sorulara vereceğiniz cevaplar, size yeni bir yol açabilir.

Sosyalleşmek, yemek kadar rahatlatıcı!

Yürüyüşe çıkmak, sohbet etmek, film izlemek de oldukça rahatlatıcı yöntemler olarak biliniyor ve uzmanlar tarafından öneriliyor. Kanada Calgary Üniversitesi'nde yapılan bir araştırmanın sonuçlarına göre son yıllarda kadınların yüzde 97'si aşermelerinin sebebinin biyolojik açlık değil de, duygusal açlıktan kaynaklandığını ayırt etmiş durumda. Tabii bunda 2006 yılında dünya genelinde yapılan beyin taramalarının da etkisi var. Acıkmanın beynin duygusallığı yöneten bölümüyle bağlantısı olduğunu gözler önüne seren bu tarama, kadınların duygusal açlık kavramı ile yüzleşmelerini de sağladı.

Daha az yemek yiyin

‘Aşırı Tüketime Elveda Deyin’ adlı çok satan kitabın yazarı Gillian Riley, tereyağlı klasik İngiliz bisküvilerinin duruma en iyi örnek olduğunu söylüyor. Zira bu bisküviler, yağ, tuz ve şeker içeriğiyle ağrı kesici etkiye sahip opioid, mutluluk verici serotonin ve rahatlamanızı sağlayan cannabionoid hormonlarını harekete geçiriyor. "Bu yüzden zamanla bu bisküviler alışkanlık haline dönüşüyor, örneğin sevgilinizle kavga ettiğinizde ağzınıza bir dilim bisküvi atıyorsanız, zamanla mutlu sonla biten kavganın sonunda da kendinizi tok olmanıza rağmen bisküvi yerken bulabilirsiniz. Pavlov’un Köpeği'nde olduğu gibi duygusal beslenme her zaman koşullu bir sonuç olarak ortaya çıkar" diyen Riley, stresli olduğunuzda yemeğe saldırmayı ne kadar çok reddederseniz, bu duruma karşı daha istikrarlı savaşabileceğinizi söylüyor.

Mutsuzluğunuzun kaynağına inin!

Günümüzde artık birçok psikolog diyet yapan kadınlara yemekten uzak durmaları için özel terapiler düzenliyor ve bu terapiler sayesinde yavaş fakat kalıcı kilo kaybı sağlanıyor. Eğer siz de diyet yapmakta zorlanıyor ve en çaresiz olduğunuz zamanlarda hızla kilo almaya başlıyorsanız, kendinize 'Bu ne anlama geliyor? sorusunu sormalısınız.

Açlığınız duygusal mı biyolojik mi?

Gerçek açlık hissi tamamen biyolojik ve etkisini yavaş yavaş gösteriyor. Duygusal açlık ise tamamen psikolojik sorunlar üzerinden şekilleniyor. Şayet ikisi arasındaki farkı anlamakta zorluk çekiyorsanız, aşağıdaki yorumları dikkatle incelemeniz yeterli...

Biyolojik açlık

• Yavaş yavaş ortaya çıkıyor.
• Sebzeden meyveye her türlü besinle yok etmeniz mümkün.
• Boyun altından başlayan bölgede etkisini gösteriyor (Karın guruldaması gibi...)
• Öğünlerden birkaç saat sonra başlıyor.
• Yemek yedikten sonra tamamen kayboluyor.
• Tatminkârlık sağlıyor.

Duygusal açlık

• Bir anda ortaya çıkıyor.
• Genellikle belli yiyeceklere yöneliniyor.
• Boyun üstündeki bölgelerde etkisini gösteriyor. (Çikolata yemeyi hayal etmek gibi...)
• Son yediğiniz öğün ile hiçbir bağlantısı bulunmuyor.
• Tok olmanıza rağmen yemeğe devam etmek istiyorsunuz.
• Pişmanlığa neden oluyor.

Duygusal açlık ne anlama geliyor?

Moraliniz bozulduğunda hep aynı besini tüketmek mi istiyorsunuz? Öyleyse bunun ne anlama geldiğini keşfetme zamanınız geldi demektir.

2005 yılında Amerikalı Psikoterapist Cynthia Power; 500 hastasına yemek yedikleri zaman kendilerini nasıl hissettiklerini sorarak özel bir günlük tuttu. Araştırmasının sonunda da belli gıdaların belli durumlar neticesinde tüketildiğini keşfetti. İşte Power'ın keşfettiği gerçekler ve nedenleri...

"Canım peynir ve tuzlu kraker çekiyor." Bu ne anlama geliyor?
"Kafam karışık ve hayal kırıklığına uğradım."

"Canım et ürünleri tüketmek istiyor." Bu ne anlama geliyor?
"Sinirliyim."

"Canım dondurma yemek istiyor." Bu ne anlama geliyor?
"Huzura ihtiyacım var."

"Canım kahve ve çikolata çekiyor." Bu ne anlama geliyor?
"Çok mutsuzum ve ilgiye ihtiyacım var."

"Bol miktarda mısır gevreği tüketmek istiyorum." Bu ne anlama geliyor?
"Çok stresliyim."

“Canım pasta yemek istiyor." Bu ne anlama geliyor?
"Kendimi yalnız hissediyorum."

Depresyonu azaltıyor


Yeşil çayın depresyonu azalttığı ortaya çıktı...
Japonya ve Çin dahil olmak üzere Asya'da bolca tüketilen ve Japonya'da seremoni düzenlenerek içilen yeşil çayın yeni bir faydası daha Japon bilim adamlarınca açıklandı.

Thoku Üniversitesi Psikoloji Bölümü'nün yürüttüğü çalışmanın sonucunda depresyona yakalanma riski bulunan 1058 hastanın yüzde 44'ünün yeşil çay içerek depresyona yakalanmaktan kurtulduğu belirtildi. Araştırmaya katılan erkeklerin yüzde 34'ünde, bayanların ise yüzde 39'nda yüksek depresyon riski bulunduğu ve bu hastalar arasında günde en az 4 bardak yeşil çay içenlerin depresyona yakalanmadığının görüldüğü açıklandı. Projeye katılan 488 katılımcı günde 4 bardak veya üstü yeşil çay içtiğini, 284 katılımcı

ise günde 3 bardak yeşil çay içtiğini belirtti. Günde en az 3 ve üzeri yeşil çay içen hastaların daha az depresyona yakalandığı görüldü. Projenin başkanı Dr. Niu, yeşil çayın içerisinde beyin üzerinde yatıştırıcı özelliği bulunan Theanine bulundugu belirterek, "Projemiz yeşil çayın antidepresan etkisi olduğunu gösterdi" şeklinde konuştu.

Ekolojik mucizeler !


Doğadan gelen beş şifa kaynağının nelere faydaları olduğunu biliyor musunuz ?
1. Şevketibostan

Diğer İsimleri: Akkız, Bostanotu, Mübarekdikeni, Şevketotu, Cnicus benedictus

Botanik Bilgi: Bileşikgiller familyasından; 50 cm’ye kadar boylanabilen bir yıllık otsu bir bitkidir. Bol tüylü iri yapraklarının kenarlarında da çok sayıda diken bulunur. Yaprakların alt yüzündeki damarları beyaz olur. Yaz boyunca açan sarı renkli bileşik çiçekleri vardır. Bitki bu çiçeklerin olgunlaşmasıyla meydana gelen silindir yapılı, bir ucu püskül gibi tüylü ve kahverengi tohumlarını dökerek çoğalır.Topraküstü kesimleri körpeyken kesilip toplanan bitki, iyice soyulup dikenlerinden arındılarak Ege ve Akdeniz bölgesindeki pazarlarda Şevketibostan ya da kısaca Şevketotu adlarıyla satılır. Sebze olarak pişirilip tüketilir.

Yetiştirildiği Yerler: Anayurdu bilinmeyen şevketibostan, ülkemizde Marmara, Ege ve Akdeniz bölgelerindeki tarla kenarı, bahçe ve kırlarda yabani olarak yetişir.

Toplanması - Saklanması: Bitkinin yaprak ve çiçekli sürgünleri bitkinin çiçekli olduğu yaz boyunca toplanır. Gölgede özenle kurutulup parçalara bölünür. Tohumları da sonbaharda olgunlaştığında toplanır.

Bilinen Bileşimi: Şevketibostan, tadı acı olan sinisin adlı madde ile flavonid, uçucu yağ ve yapışkan bitki sıvılarını içerir.

Faydaları:
- Sindirim ve safra salgılarını artırır.
- Karın ağrılarıyla birlikte görülen sindirim güçlüğünü giderip rahatlama sağlar.
- Kanamaları durdurur; hemoroit ve ishali iyileştirmekte etkili olur.
- İştahı artırır.
- İdrar söktürücüdür.
- Yaraların temizleme ve iyileştirme özelliği vardır. (Hazırlanan çay pamuk yardımıyla yaralara sürülerek temizlenir.)

Kullanım Şekli: Bitkinin kurutulmuş çiçekli sürgün ve tohumlarından 1-2 tatlı kaşığı alınıp üzerine 1 bardak kaynar su dökülüp 10-15 dakika demlendirilerek bir çay elde edilir. Böylece hazırlanan çaydan günde üç kez birer bardak içilir.

2. Gelincik Otu

Tarlalarda anızlarda ve kırlarda yetişir. Bazı aylarda o kadar çoktur ki yerler kıpkırmızı görünür. Gövde ve dalları ince ve tüylüdür. Yaprağı büyük hardal yaprağına benzer. Fakat ondan uzun ve tüylü olur.

Faydaları: Gelincik keskindir. Cila edici, çekici ve açıcıdır. Kan tükürme ve kan kusmayı keser. Yanıkları iyileştirir. Çıbanları temizler. Deri soyulmasını önler. Arpayla ya da bulgur ile pişirilip yendiğinde kadınların sütünün gelmesini sağlar. Gelincik çiçeğini sıkarak suyunu çıkarılır ve elde edilen su bütün hararetli hummalarda kullanılır. Sözü edilen su içildiğinde uyku getirir ve rahatlık verir. Boğazın hararetini ve dilin karalığını giderir. Bunun için suyu içmeli veya su ile ağız ve boğazı çalkalamalıdır. Ayrıca nefes darlığı, bronşit, astım ve göğüs nezlesine faydalıdır. Gelincik yapraklarını sirkede kaynatıp içmek kadınların çok olan adet kanamalarını normale çevirir.

3. Isırgan Otu

Kökü, yaprakları ve tohumları şifalı olan bir bitkidir. Büyük ısırgan otu (Urtica diocia L.), çok yıllık ve otsu bir bitkidir, boyu bazen 1 m'yi geçer, yapraklar koyu yesil renkli, saplı, dişli kenarlı ve yakıcı tüylüdür. Küçük ısırgan otu (Urtica Urens L.), bir yıllık ve otsu bir bitkidir. Boyu 60 cm kadar olabilir. Yapraklar açık yeşil renkli, saplı, dişli kenarlı ve yakıcı tüylüdür. Isırgan otuna duvar kenarları ve harabeliklerde bol miktarda rastlanır. Her iki türün de yaprakları 2-4 cm uzunlukta, oval veya kalp biçimindedir. Taze iken deri ile temas edince deride kızartı ve yanma yapar. Dızlağan ve dikenli ısırgan isimleriyle de bilinir. Türkiye' de her iki tür de yetişir.

Egzama ve egzamaya eşlik eden baş ağrıları ısırgan otu çayı ile iyileştirileilirler. Isırgan otu, böbrek ve mesane taşı oluşumuna karşı da kullanılabilir. Böbrek hastalıkları ve zorlu baş ağrıları genellikle bir arada görülürler. Egzemalar genellikle dahili bir nedene dayandıklarından, onları içerden, kan temizleyici bitkilerle iyleştirmek gerekebilir. Isırganotu, en başta gelen kan temizleyici ve aynı zamanda kan yaptırıcı bir bitkidir. Böylece, pankreas üzerinde de çok olumlu etkileri olduğu için, ısırganotu çayı ile kandaki şeker düzeyi düşürülebilir. İdrar yolları hastalıkları ve iltihapları da bitki çayı ile iyileştirilebilir. Aynı zamanda da dışkılama kolaylığı sağladığından, bir ilkbahar kürü için özellikle önerilir. llkbaharda ve sonbaharda filizlendiğinde, onunla 4 haftalık bir çay kürü yapmak yararlı olacaktır.

Isırganotu, karaciğer ve safra kesesi hastalıklarında, dalak hastalıklarında, solunum sistemi balgamlanmasında, mide kramplarında ve ülserlerinde, bağırsak ülserlerinde ve akciğer hastalıklarında öncelikle önerilir. Ödemlerde, ısırganotu bedendeki fazla sıvıyı emerek büyük yararlar sağlar. Kan yaptırıcı özelliği sayesinde, kansızlık solgunluklarında, alyuvarlar eksikliğinde, anemi de yardımcı olur. Herhangi bir alerji rahatsızlığı çekenler (bahar nezlesi dahil) uzun bir süre ısırganotu çayı içebilirler. Bitki, soğuk algınlığına yatkınlığı önler, romatizma ve gut hastalıklarında yardımcı olur.

Isırgan çayı nasıl hazırlanır?

Yaprak Çayı: Bir tatlı kaşığı ince kıyılmış ısırganotu, orta boy bir su bardagı kaynar suyla haşlanır, 5-10 dakika demlendikten sonra süzülür. Günde 2-4 bardak yeni demlenmiş çay aç karnına veya öğün aralarında tatlandırılmadan içilir. Kokusunu veya tadını rahatsız edici bulanlar çaylarına biraz nane ilave edebilirler.

Kök Çayı: Bir tatlı kaşığı ince kıyılmış kök, bir su bardağı dolusu soğuk suya eklenir, hafif ısıda kaynama derecesine getirilir, 4-5 dakika kaynadıktan sonra, ateşten indirilip 5-10 dakika demlendirilir ve süzülür. Günde 3 bardak taze demlenmiş çay soğutulmadan içilir.

Tohum Çayı: Havanda hafifçe ezilmiş bir tatlı kaşığı tohum, orta boy bir su bardağı dolusu kaynar derecede sıcak su ile haşlanır, üstü kapalı olarak 8-10 dakika demlendikten sonra süzülür. Günde 2-3 bardak taze demlenmiş çay, yemeklerden yarım saat önce soğutulmadan içilir.

Isırganotu Tentürü: Ilkbaharda veya sonbaharda sökülen kökler bol suda iyice yıkanır, elden geldigince ince kıyılır ve bir şişenin bogazına kadar doldurulur. Köklerin üstüne çıkacak kadar 35-40 derece etil alkol eklenir, her gün çalkalanarak güneşte 14 gün boyunca bekletilir ve süre sonunda bir tülbentten geçirilerek süzülür. Koyu renkli şişelerde, serin bir yerde yıllarca saklanabilir.

4. Kuşotu

Diğer İsimleri: Serçedili, Serçeotu

Genel özellikleri:

Karanfilgiller familyasından olan kuşotunun anayurdu bilinmiyor. Ancak Anadoluda yol kenarları, duvar dipleri ve bahçelerde yaygın olarak yetişir. Boyu 10-30 cm. kadar olabilen bir yıllık otsu bitkidir. Çok dallı, gevrek yapılı, açık kahverengi gövdesinin bir tarafı tüylü olur. Oval biçimli, etli ve sulu yapraklan, sapsız ve karşılıklı olarak gövde üzerinde dizilmiştir, ilkbaharın başlarından kış başına kadar aralıksız açan küçük kırmızımsı beyaz renkli çiçekleri yıldız biçimindedir. Yer seçmeyen, nemli olmak koşuluyla her türlü toprakta yetişen kuşotu bitkisi, döktüğü tohumlarıyla çoğalır.
Bitkinin topraküstü kesimleri organik asitler, potasyum tuzlan, fosfor ve C vitamini içerir. Ülkemizde pazar yerlerinde satılan kuşotu, çiğ olarak yenilebilecek kadar lezzetlidir. Bu nedenle salatalara konulur, börek harcına girer ya da sebze olarak pişirilir.

Faydaları:
- İdrar söktürücüdür. Böbreklerin çalışmasını hızlandırır.
- Balgam söktürücü etkisi de vardır.
- Müshildir, pekliği giderir.
- Romatizma yangılarını ve ağrılarını hafifletir.

Nasıl kullanılır?

Bu etkileri sağlamak üzere, kuşotunun tüm topraküstü bölümleri bitki yeşil olduğu sürece toplanır ve gölgelik yerde kurutulur. Kurutulmuş bitkiden 2 tatlı kaşığı alıp üzerine 1 bardak kaynar su konularak 5 dakika süreyle demlendirilir. Böylece elde edilen infüzyon, günde üç kez birer bardak olarak içilir.
- Hemoroite (basur) karşı iyileştirici etkiler gösterir.
- Kaşındırıcı ve rahatsız edici sedef hastalığı ve egzamada rahatlatıcıdır.
- Cildi yumuşatır.
Bu etkiler için, kurumuş bitkiden 2-3 tatlı kaşığı alınıp 1 bardak suda kaynama noktasına kadar ısıtılır. Sonra ateşi kısılarak 15-20 dakika daha ısıtmaya devam edilir. Böylece hazırlanan yoğun dekoksiyon dıştan uygulanır.
- Kuşotu ayrıca yara iyileştiricidir: Yara, kesik ve çıbanların tedavisinde kullanılır. Bunun için toplanan taze bitki ezilerek yara lapası hazırlanır. Bu lapa şikayetli yerlere dıştan uygulanır.

5. Turp ve Turp otu

Tadı acımsı ve meyvesi etli olan turp, sarı, beyaz ve mor renkte çiçek açan turpgillere mahsus salkım şeklindedir bitkidir. Beyaz turp, kırmızıturp, karaturp, yabanturbu, bayırturbu gibi türleri vardır. İçeriğinde C vitamini, kükürt ve iyot vardır.

Turp otu ise, turpun yapraklarından elde edilen, haşlanıp salata olarak yenildiği gibi kavrulup üzerine yumurta kırılırak da yemeği yapılabilen bir bitkidir. Oldukça yararlı olan turp otu içerdiği uçucu yağlardan dolayı canlandırıcı, sinirleri teskin edici, ağrı dindirici özelliklere sahiptir.

Faydaları: Böbreklerdeki mikropları öldürür. Kum taşlarının dökülmesine yardımcı olur. Karaciğeri kuvvetlendirir. Karaciğer şişliğini indirir. Sarılıkta faydalıdır. Safra taşlarının düşürülmesinde yardımcı olur. Romatizma, siyatik, lumbagoda faydalıdır. Astım ve bronşitte faydalıdır. Öksürüğü keser. Kabızlığı giderir. Dişetlerini kuvvetlendirir. İdrar söktürür. Yatmadan önce bir bardak turp suyu içilirse, rahat bir uyku sağlar.

Gülistan Arabacıoğlu Ziraat Mühendisi / Ekolojik Üreticiler Derneği

Zihni genç tutun !


Piyano çalmak, tavla veya satranç gibi tahta üzerinde oynanan oyunlar, bunama riskini azaltıyor.
Hemen cevaplayın: Idaho'nın başkenti neresi? Yeni komşunuzun ismi ne? Hiçbir fikriniz yok mu? Belki de beyninizin biraz egzersize ihtiyacı vardır... En azından, sayıları gün geçtikçe artan zihin egzersizi sistemlerinin amacı bu... 85 yaşını geçmiş her iki kişiden birinin bunama hastalığına yakalandığı gerçeğini göz önüne alırsak; beynimiz hakkında bu kadar duyarlı olmaya şaşmamak lazım.

30'DA DEĞİŞİM BAŞLAR

Bir zamanlar sağlık sigortası yaptırırken, bir gece önce içtiğiniz şarabın ismini hatırlamanın çok önemli olduğu düşünülüyordu. Beyni güçlendirici hareketler, sadece şişe açacağını nereye koyduğunuzu ya da 1988 Dünya Kupası'nı kimin kazandığını hatırlamanıza yaramaz! Sizi Alzheimer ve bunun gibi yaşlılığa bağlı bunama hastalıklarından da korur. Sayıları gittikçe artan birçok araştırma, herhangi bir yaşta beyninizin, sadece neron (beyin hücresi) üreterek değil, 'nöroplastisite' denilen bir mucizeyle bağlantıya geçmesini sağlayarak; olağanüstü yeteneklerini kullanabileceğinizi gösteriyor. Bu özellikle de 30 yaşın üstündeyseniz iyi bir haber... Çünkü 30 yaş, konsantrasyon ve hafıza sorunları gibi yaşa bağlı beyin değişikliklerinin başladığı yaştır. Fakat bu doğal zihin erimesiyle savaşmak için bir beyin egzersizine mi, yoksa eğlenceli bir bilgisayar programına mı ihtiyacınız var? İkisi de değil!

SINIRLARINIZI ZORLAYIN

Mesela 21 yıl boyunca yaşlı insanları takip eden bilim adamları; tahta üzerinde oynanan oyunlar, piyano çalma, konferanslara ve derslere katılma gibi çeşitli zihin uyandırıcı aktivitelerin, bunama riskini yüzde 75 oranında azalttığını gördü. Neredeyse bedavaya beyin geliştirmenin bir diğer yolu ise kasları çalıştırmaktır. Örneğin haftada sadece üç kere yürüyüş yapmak, hafızayı büyük oranda geliştiriyor. Ilımlı egzersiz, bunama riskini yarıya indirir. Spor aynı zamanda, beyin hücrelerinin glikozu daha verimli kullanmalarına da yardımcı olur.

SOSYALLEŞMEK İYİ GELİYOR

Sosyal ilişki, bunama riskini yüzde 26 oranında azaltır. Peki beyninizi korumaya kaç arkadaşınız yardımcı olur? Her zaman konuşabilecek ya da yazışabilecek en azından üç arkadaşınız olmalı.

İş arkadaşlarınızı yemeğe davet edin. Hep birlikte meyve, sebze, somon balığı ve alabalık yiyin ve yemeği üzüm ve kahveyle bitirin. Salatanın üzerine zeytinyağı koyun ve fındık atıştırın.

Yağlı yiyeceklerden, tam yağlı süt ürünlerinden, beyaz ekmek ve şekerden uzak duran insanlar, Alzheimer'a yakalanma riskini yüzde 40 ile 45 oranında azaltıyor. Arkadaşlarınıza sağlıklı yiyecekler ikram edin ki, yıllar sonra da sizi hatırlasınlar.

ÇEVRENİZİ DAHA SAĞLIKLI YAPMANIN 3 KOLAY YOLU

Otoyol güzergahını değiştirmelerini ya da kömür ocağını kapatmalarını talep etmeden önce, çevrenizi kendiniz için daha sağlıklı bir hale getirmek istiyor musunuz? Bu o kadar da zor değil. Büyük bir fark yaratmak için şu basit yöntemleri deneyin:

YANINIZDA SİGARA İÇİRMEYİN

Çevrenize sigara içme yasağı koyun: Çevrenizi arındırmanın ve kalp hastalıklarıyla akciğer ve boyun kanserine yakalanma riskini en aza indirmenin en iyi yolu; sigara içenleri kendinizden en az 150 metre uzakta tutmaktır. Böylelikle pasif içicilere oranla, plak bozukluğu (kalp krizinin ve felcin başlıca nedeni) riskiniz yüzde 25 oranında azalmış olur.

KURU TEMİZLEME YERİNE ELDE

Kendinizi temizleyin: Tabii kıyafetlerinizi kastediyoruz. Kıyafetlerinizi kuru temizlemeye vermek yerine elinizde yıkayın. Böylece tasarruf da etmiş olursunuz. Kuru temizlemede kullanılan kimyasallar (trikloretilen ve perkloretilen) böbreğe ve sinir sistemine zarar vermekle kalmıyor, kansere de neden olabiliyor.

YAZICIDAN UZAK DURUN

Bir çalışmada araştırmacılar, ofisteki yazıcıların üçte birinin, büyük oranda partiküller püskürttüğünü buldu. Bu ufacık partiküller, sadece akciğerleriniz için zararlı değildir; aynı zamanda, özellikle astımı olan ve bağışıklık sistemi zayıf insanlarda nefes alma problemine ve atardamar rahatsızlıklarına neden olabilir.

KÜÇÜK LOKMA DAHA FAZLA TATMİN EDİYOR!

Bir paket cipsi açtınız ve daha reklam arası bitmeden birkaç kırıntıdan başka bir şey kalmadı. Ve hepsini tek başınıza yediniz. Peki, bu nasıl oldu? Çünkü bunu yaparken aklınızı masaya vermediniz. (Ya da koltuğa, mutfak lavabosuna... Evet, sizi izliyorduk!) Fakat bunun yeniden olmasını, 'düşünceli yemek' adlı bir hileyle engelleyebilirsiniz. Hem de bedavaya!

BÖLEREK YİYİN

Tek yapmanız gereken; kuru üzümleri teker teker ya da bir çikolatayı üçe bölüp her seferinde bir parçasını yemek... (Merak etmeyin daha sonra daha fazla yiyeceksiniz...)

Yiyeceğiniz şeyi ağzınıza götürmeden önce derin ve rahatlatıcı bir nefes alın. Birkaç saniye ona bakın. Koklayın. Ağzına alın ve dilinizin üzerinde çevirin. Kıvrımları ya da yumuşak dokusunu hissedin. Şimdi ısırın!
Pütürlü veya kremalı kıvamına değil; tatlı, meyvemsi veya tatlı lezzetine odaklanın. Yutmadan önce yediğiniz şeyin tüm tadını alın. Sonra da o tadın ağzınızda ne kadar uzun kaldığına dikkat edin.

Eğer küçük lokmalar halinde ısırır ve her lokmanın tadını çıkarırsanız hem yemeğiniz uzun sürer, hem daha az yer hem de yediğinizden daha çok keyif alırsınız. Bu yöntem, kronikleşmiş aşırı yeme durumunu da kontrol altına alır.

YEŞİL ÇAY VE ZEYTİNYAĞI STOKLAMAYIN

Markete gittiğinizde, alışveriş sepetinize paket paket doldurmamanız gereken iki şey var: Yeşil çay ve zeytinyağı! Bunlardan fazla miktarda almanız demek, uzun süre mutfakta duracakları anlamına gelir.

AÇMASANIZ DA...

Ve yeni araştırmalar, bu iki ürünün, kapaklarını hiç açmasanız bile, altı aydan sonra, hastalıklarla savaşan özelliklerinin büyük kısmını kaybettiğini gösteriyor. Yeşil çay; yaşlanmanın önüne geçmeyi, iltihaplanmalarla ve kronik hastalıklarla kendini gösteren enerji kaybıyla savaşmayı sağlayan özelliğini kaybediyor. Yani yeşil çayı az az alın, sık sık demleyin ve içerken içine biraz limon sıkın. Böylece yeşil çayın yararlarından en iyi şekilde yararlanmış olursunuz. Zeytinyağı da üç ya da altı ay rafta beklerse; kalp ve bazı kanser hastalıklarına neden olan serbest radikallerle savaşma özelliğini kaybeder.

Sabah / Prof. Dr. Mehmet Öz

Erken makyaj riskli !


Makyaj ürünleri kanser ve kısırlığa yol açabilecek kimyasallar içeriyor !
Merkezi Washington'da bulunan Çevre Çalışma Grubu (EWG) adlı kuruluşun yaptığı araştırmada, bir kadın ne kadar erken yaşta makyaj yapmaya başlarsa tehlikenin o kadar büyük olduğu belirtildi.

Daily Telegraph gazetesinin internet sitesindeki habere göre, Birleşik Krallık'ta 6 yaşındaki çocuklar için bile güzellik ürünleri ve salonları bulunabiliyor.

EWG'nin 14-19 yaşındaki genç kızlar üzerinde yaptığı araştırmada, bu kızların kullandığı güzellik ürünlerinde, daha önceki araştırmalarda kanser ve hormon sorunlarına yol açtığı tespit edilen "phthalates, triclosan, parabens" gibi kimyasallara rastlandı.

Araştırmada, 10'lu yaşlardaki kızların günde 17 çeşit güzellik ürünü, yetişkinlerin ise 13 çeşit ürün kullandıkları tespit edildi.

Yeni yılda abartmayın !












İşte yılbaşı akşamı ver ertesi için sağlıklı beslenme önerileri...

Yeni bir yıla girmenin heyecanıyla yılbaşı gecesi yediklerinizi, içtiklerinizi çok fazla kaçırmamak için ne yapmanız gerektiğini biliyor musunuz?

İyisiyle kötüsüyle geçen bir yılı daha ardımızda bırakmak üzereyiz. Yeni bir yıl ve yeni umutlar kapımızda… Yılbaşları mutluluk ve başarı adına yepyeni başlangıçlar yapabilmek için iyi birer fırsat aslında. Bunların içinde kendimizle ilgili gözden geçirmemiz gereken en önemli konu ise sağlığımız ve tabii ki sağlığın en önemli yapı taşlarından biri olan beslenme. Memorial Hastanesi Beslenme ve Diyet Bölümü’nden Dyt. Yeşim Çelik, yılbaşı gecesi ve yeni yılda sağlıklı beslenme hakkında bilgi verdi.

31 Aralık günü…

- Güne mutlaka sabah kahvaltısı ile başlayın.
- Nasıl olsa akşam çok yiyeceğim diye tüm gün kendinizi aç bırakmayın. Gün içerisinde sık sık ve azar azar yiyin.
- Öğle yemeğinde daha hafif ve düşük kalorili besinleri tercih edin (çorba, zeytinyağlı sebze, yoğurt ve tam tahıl ekmeği gibi)
- Gün içersinde yeterli sıvı alın. Mutlaka 8–10 bardak su tüketin.

Yılbaşı gecesi…

Yılbaşı sofrasına asla aç oturmayın. Öncesinde çorba salata yoğurt ve meyveden oluşan küçük bir öğün yapabilirsiniz. Tokluk hissini daha erken oluşturmak ve besin tüketiminizi azaltmak için akşam yemeğine salata veya kremasız bir çorbayla da başlayabilirsiniz.

- Sofranızda mutlaka yeşil salata bulundurun ve az yağlı, sebze ağırlıklı, peynir veya yoğurtla hazırlanmış mezeleri tercih edin.
- Yılbaşı sofrasında kızartma veya kavurma yöntemleriyle yapılmış besinler yerine haşlama, ızgara, buğulama ya da fırında pişmiş besinleri tercih edin.
- Kırmızı et yerine tavuk, balık ya da hindi tüketin.
- Hindi, tavuk gibi etlerin derilerini ve görünen yağlarını tüketmeyin.
- Aç karnına asla alkol tüketmeyin.
- Alkol tüketimini sınırlandırın ve tüketim sırasında bol bol su tüketin.
- Unutmayın ki rakı, viski, votka gibi içkilerin alkol oranları şarap ve biraya göre daha yüksektir.
- Tatlı yerine meyve tüketmeyi tercih edin. Mevsim meyveleriyle hazırlanmış güzel bir meyve salatası iyi bir seçenek olabilir.
- Tatlı seçimlerinizde dikkatli olun. Şerbetli hamur tatlılarının yerine sütlü tatlıları veya meyve tatlılarını tercih edebilirsiniz.

Yeni yılın ilk günü

- Eğer alkol tükettiyseniz sabah kalkar kalkmaz 1–2 bardak su için ve bunu
- Gün boyunca 10–12 su bardağına tamamlayın.
- Alkolün neden olacağı hipoglisemiyi (kan şekerinin düşmesi) önlemek için mutlaka kahvaltı yapın ve gün içersinde ana ve ara öğünlerinizi ihmal etmeyin.
- Öğle ve akşam yemeklerinizin hafif olmasına özen gösterin. Çorba, zeytinyağlı sebze, haşlanmış tavuk veya ızgara balık, salata, yoğurt, tam tahıl ekmeği öğünlerinizde tüketebileceğiniz sağlıklı besinlerdir.
- Gün içerisinde 3–4 porsiyon meyve tüketin.
- Gece alınan fazla kalorilerin bir kısmını harcamak ve alkolün neden olduğu yorgunluk, halsizlik, baş ağrısı gibi durumlardan kurtulabilmek için açık havada 30–60 dk tempolu yürüyüş yapın.

Kronik hastalığı olanlar özellikle dikkat etmeli

Gebeler, ülser- karaciğer hastaları ve diyabetli bireyler (şeker hastaları) alkol almamalıdır. Tüketilen besin çeşidine ve miktarına dikkat edilmeli, yavaş yiyip içmelidir. Et, tatlı, hamur işi, kuruyemiş, cips ve alkolün birlikte ve fazla alınması hazımsızlık, şişkinlik gibi mide-bağırsak sorunlarına neden olur. Ayrıca tansiyonun yükselmesi kalbin yükünü artırır. Kalp-damar hastalığı olanlar bu konuda dikkatli olmalıdır.

13 Aralık 2009 Pazar

Dizler neden genç yaşta kireçlenir?


Halk arasında “kireçlenme” olarak adlandırılan “eklem kıkırdağı bozuklukları (artroz)”, bilinenin aksine sadece ilerleyen yaşlarda görülmüyor.
Halk arasında “kireçlenme” olarak adlandırılan “eklem kıkırdağı bozuklukları (artroz)”, bilinenin aksine sadece ilerleyen yaşlarda görülmüyor. Sinemada film seyrederken, serviste işe gidip gelirken, merdiven inip çıkarken, uzun süre aynı pozisyonda otururken dizde çeşitli şikayetlere sebep olan diz kıkırdağı bozuklukları, genç yaşta da ortaya çıkarak yaşam kalitesini önemli oranda etkiliyor…

İnsan vücudunda bulunan birçok dokunun aksine, kıkırdak dokusunun kendini yenileyebilen ya da hasarını düzeltebilen bir doku olmadığını belirten Acıbadem Kozyatağı Hastanesi Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Prof. Dr. Metin Türkmen, herhangi bir şikayet başladığında erken dönemde tedbir alınmazsa sorunun büyüdüğüne dikkat çekiyor. Dizde şikayet başlar başlamaz sorun tespit edilir ve sebebi ortadan kaldırılırsa kıkırdak dokusunda hasar olmayacağını veya hasar olmuş ise ilerlemeyecek şekilde tedavisinin yapılabileceğini söyleyen Prof. Dr. Metin Türkmen, gençlerde görülen diz kıkırdağı bozuklarının sebepleri hakkında bilgi veriyor:

Diz kıkırdakları genç yaşta neden bozuluyor?

1. Mekanik bozukluklar:
Dizin yapısında eğer mekanik bir bozukluk varsa, yani diz kapağının yerleşimi doğuştan düzgün değil ve hareketler sırasında bir kayma oluyorsa, diz kapağının hareket ettiği eklemde genç yaşta sorunlar ortaya çıkabiliyor. Benzer sorunlar, diz bölgesinde görülebilen açısal bozukluklarda da ortaya çıkabiliyor

2. Spor yaralanmaları:
Spor yaralanmaları başta menisküs kıkırdağında olmak üzere eklemdeki tüm kıkırdaklarda sorunlar oluşturabiliyor. Bağ hasarlarının tedavisi ihmal edilirse, ilerleyen dönemlerde yine kıkırdak dokusunda hasarlar ortaya çıkabiliyor.

3. Beslenme bozuklukları:
Beslenme bozukluklarına bağlı olarak, özellikle aşırı kilo durumlarında zorlanma nedeni ile kıkırdakta sorunlar ortaya çıkabiliyor.

Belirtileri takip etmek gerekiyor

Eklem harekete geçtiği anda ya da eklemin hareketi sırasında dizde bir ağrı olması önemli bulgulardan biri. Mesela;

• Eğimli zeminde yürürken,
• Sinemada film seyrederken,
• Serviste işe gidip gelirken,
• Merdiven inip çıkarken,
• Uzun süre aynı pozisyonda otururken,
dizde ağrı hissedilmesi diz kapağı kemiğinin yerleşiminde bir problem olduğuna işaret ediyor.

Bir darbe sorunu tetikleyebiliyor…

Birçok insanın diz kapağının yerleşiminde doğuştan gelen bir bozukluk olabiliyor. Buna bağlı dizde gelişebilecek bir sorun, çeşitli sebeplerle daha erken ortaya çıkabiliyor. Mesela, normal şartlarda 30 yaşında ortaya çıkabilecek bozukluk, spor yapılıyorsa ya da düşüp bir darbe alındıysa daha erken ortaya çıkabiliyor. Bu noktada sorunun hemen önemsenmesi ve doktora gidilmesi gerekiyor. Böylece hemen önlem alındığı ve problemin sebebi ortadan kaldırıldığı için, hastanın belki hayatı boyunca bir daha böyle bir şikayeti olmayabiliyor.

Erken teşhis edildiğinde önce kaslar güçlendiriliyor

Diz kıkırdağındaki sorun erken teşhis edildiğinde, öncelikle diz eklemini kontrol eden kas mekanizması üzerinden tedaviye gidildiğini belirten Prof. Dr. Metin Türkmen şunları söylüyor:

“Diz eklemini kontrol eden en önemli mekanizma olan kasların gücü ne kadar yüksek ise, o eklemdeki zorlanma da o kadar az oluyor. Dolayısıyla hastadan, ilk önce diz eklemini kontrol eden kaslarını kuvvetlendirmesini istiyoruz. Çoğu zaman, özellikle diz önündeki küçük kemiğin (patella) yerleşimi ile ilgili olan durumlarda şikayet ortadan kalkabiliyor. Yani kas ne kadar güçlü ise, kıkırdakta şikayet gelişmesi ya da mevcut şikayetlerin ilerlemesi o kadar yavaş oluyor.”

Sorun ilerlemiş ise cerrahi müdahale gerekiyor
Diz kıkırdağındaki bozukluk sadece kasın güçlenmesi ile tedavi edilemeyecek duruma geldiğinde cerrahi müdahaleye başvurulduğunu belirten Prof. Dr. Metin Türkmen, bu yöntemler hakkında bilgi verdi:

1. Küçük hasarlı bölgeler için taklit doku:
Dizdeki hasarlı bölgeye bir takım işlemler yapılır. Orijinal kıkırdak dokusu kendini yenileyemediği için, burada hedef, o dokuya benzer, onu taklit eden yeni bir kıkırdak dokusu oluşmasını sağlamak oluyor. Bunun için mevcut hasarlı doku kazınarak temizleniyor ve onun altında ortaya çıkan kemik dokusu delinerek veya kırılarak kanatılıyor. Bu yöntem, küçük hasar bölgelerinde tercih ediliyor.

2. Mozaik Plastiği (Hastanın kendi dokusundan nakil):
Hastanın ekleminin nispeten daha az kullanılan bir bölgesinden, altındaki kemik dokusu ile birlikte alınan sağlam kıkırdaklar, hasarlı olan bölgeye naklediliyor.

3. Doku kültürü ile laboratuarda yeni kıkırdak dokusunun çoğaltılması:
Bu yöntem aşamalı olarak uygulanıyor. İlk aşamada hastanın kıkırdak dokusunun örneği alınıyor. İkinci aşamada, bu örnekten laboratuvar ortamında kıkırdak hücreleri çoğaltılıyor. Son aşamada ise, üretilmiş olan bu hücreler, onları taşıyan diğer dokular ile birlikte yama olarak dizdeki hasarlı bölgeye naklediliyor. Günden güne gelişen bu yöntemin gelecekte diz kıkırdağı bozuklarının tedavisinde en sık kullanılacak yöntem olacağı tahmin ediliyor.

Deniz kıyısında ve ormanda neden iyi hissederiz?


Ormanda yürürken, dağ havası solurken, sahil kenarında dinlenirken, kendimizi neden daha iyi hissettiğimizi hiç düşündünüz mü?
Deniz esintisi, karlı bir tepe, kırda temiz hava... Tüm bunların, sizi sadece şiirsel güçleriyle mi sağlıklı hissettirdiğini düşünüyorsunuz? Öyleyse bir kez daha düşünün deriz. Bilimsel bir gerçek daha var: negatif iyonlar!

Ormanda yürürken, dağ havası solurken, sahil kenarında dinlenirken, kendimizi neden daha iyi hissettiğimizi hiç düşündünüz mü? Bizi çevreleyen hava, iyon adını verdiğimiz negatif ve pozitif elektrik yüklü parçacıklarla dolu.

Dünyanın birçok yerinde 75 yıldır tedavi amaçlı olarak yararlanılan negatif iyonlar, son zamanlarda oldukça sık konuşuluyor. Yapılan araştırmalar, negatif iyonların insan sağlığı üzerinde olumlu etkileri olduğunu ortaya çıkardı.

Araştırmacılara göre, havadaki elektrik akımları, bizim ruh halimizi, enerji düzeyimizi ve sağlığımızı ciddi ölçüde iyileştiriyor, işte, negatif iyonlarla ilgili bilinmesi gerekenler...

Hücrelerimizi uyarıyor

Nefes aldığımız havanın elektrik yükünün sağlığımız ve bedenimiz üzerine doğrudan etkisi var! Yapılan araştırmalar, insanların yeteri kadar temiz hava solumaları için, cm3 alanda en az 1500 negatif iyon yoğunluğunun bulunması gerektiğini ortaya çıkarmıştır.

Ayrıca, hayvanlar, bitkiler ve hücreler üzerine yürütülmüş birçok çalışma, negatif iyonların organizmamız üzerinde faydalı etkileri olduğunu kanıtlıyor. Üstelik, hücrelerdeki enzimlerin hareketini uyarıyor, kortizol ve serotonin hormonlarını salgılatıyor.

Bazı hastalıklarda etkili oluyor

Yorgunluk, alerji, konsantrasyon eksikliği, olumsuz düşünceler, zihinsel yorgunluk, baş ağrıları, nefes alma rahatsızlıkları ve uykusuzluk gibi birçok rahatsızlık...

İşte şehir ortamında sıkışıp kalmış insanın şikâyetleri. Bugün içinde yaşadığımız evler ve ofisler negatif iyonları içeriye alamıyor. Bilgisayarlar, floresan ışıklar, havalandırma sistemlerinden gelen suni hava ve modern bina yapımında kullanılan malzemeler, yoğun bir pozitif iyon üretimine yol açıyor.

Günümüzde teknolojinin hızla ilerlediği bu çağda bazı aletlerden vazgeçmek ise neredeyse imkânsız. Kapalı ve klimalı ortamlar, uzun süre şehir içinde araba kullanmak, sentetik koltuk döşemeleri, elektromanyetik aletler, dev ekran televizyon, video, telefon santrali, faks, fotokopi makinaları ve aşırı toz... Gün boyu maruz kaldığımız bu şeyler, pozitif iyon oluşturdukları için insan sağlığı üzerinde olumsuz bir etkiye sahip.

Ayrıca, negatif iyonlar beynimizin içindeki serotonin üretimini dengeliyor; çünkü serotoninin aşırı üretimi migren ağrılarına ve yorgunluğa sebep oluyor. Serotonin dengesi sayesinde uyku problemlerimiz ortadan kalıyor. Ayrıca yapılan çalışmalar, negatif iyonların, depresyon şikâyeti olanların kullandığı anti-depresan ilaçlarından daha etkili olduğunu ortaya koyuyor. Üstelik, zihinsel aktivitelerinizi ve fiziksel performansınızı her zaman yaptığınızdan daha kolay gerçekleştirebiliyorsunuz. Yurtdışındaki bazı hastaneler ise, havadaki mikropları önlemede ve yanık tedavilerinde iyonizerleri kullanıyor.

Negatif iyonlar nerede bulunuyor?

Dünyanın en sakin ve dinlendirici yerlerinde negatif iyon yoğunluğu var. Araştırmalar, bu iyonların su bazlı olduğunu ve daha çok şelalelerin etrafında ya da çok derin denizlerde bulunduğunu ortaya koyuyor. Ayrıca, bazı doğa olayları havadaki negatif iyonları harekete geçiriyorlar: Kozmik ışınlar, ultraviyole ışınları, doğal radyoaktiviteler (granitik topraklar), bitkilerin fotosentezi, sıvıların püskürmesi (şelale, musluk, plajda sahile çarpan su) ve fırtınaları bunların arasında sayılabilir.

Bu yerlerde bulunamıyorsanız. eğer üzülmeyin. Her gün evinizi havalandırmak, duş almak gibi ufak çözümler sizlere yardımcı olacaktır. Doğadaki negatif iyon yoğunluğuna baktığımızda.

Şelale eteklerinde: 50.000 (-) iyon cm3
Dağlarda: 8.000 (-) iyon cm3
Deniz kıyılarında: 4.000 (-) iyon cm3
Ormanlarda: 3.000 (-) iyon cm3
Şehir dışında: 1.200 (-) iyon
Şehir içinde: 200 (-) iyon cm3
Konutlarda: 20 (-) iyon cm3
Otomobillerde: 14 (-) iyon cm3 olduğunu görüyoruz.

İyonizer cihazları ne işe yarıyor?

Günümüzde gelişen teknoloji sayesinde, negatif iyonlar size düşündüğünden daha yakın. Şehrin yapay ortamında, evinizi doğal yaşam alanına çevirmek için, iyonizerler, negatif iyon sağlayan mucizevi cihazlar olarak karşımıza çıkıyor. Ortamda bulunan toz, duman, koku, partiküller vs. pozitif yük taşıyor. Bu cihazlar ise ortamdaki maddeleri zıt yük olduğundan yakalayarak ve tabana çökmesini ya da filtrelere partiküllerin yapışmasını sağlıyor. Böylece ortamdan toz, duman vs. uzaklaşıyor.

Bugün birçok ülkede tırların ve kamyonların içine iyonizerler yerleştiriliyor. Çünkü içinde bulunduğumuz kapalı ortamdaki negatif iyonları artırırsak, odamızın içinde bile dağ havası solumamız mümkün. Klimalarda kullanılan bu teknoloji, vantilatörlerde de kullanılmaya başlamıştır.

Seçtiğimiz hava temizleme cihazları

1. Sinbo SAP 5505 iyonizer Fonksiyonlu Hava Temizleme Cihazı. 170 TL
2. Rainflo LTK 288. Negatif iyon ve Ozonlu Hava Temizleme Cihazı. 419 TL
3. Ufo Vantilatör iyonizerli Ferahlatan Kule Vantilatör. 135 TL



Gökçe Almaş / Formsanté

Kış hastalıklarından korunma yolları


Gripten zatürreye kadar bir çok hastalık riskiyle karşılaştığımız soğuk kış günlerine hazırlanmanın en iyi yollarından biri, check-up yaptırmak.
Kişiye özel hazırlanan check-up programında, temel laboratuvar testleri, radyolojik tetkikler ve gerekirse ileri tetkikler uygulanıyor. Kış mevsiminin uzun sürmesi hastalıklardan korunmak için sıkı önlemler almayı gerektiriyor. Bu önlemleri alabilmek için de, kişinin sağlık risklerine göre check-up yaptırması önem taşıyor. Acıbadem Sağlık Grubu uzmanları, kışın vücudu sağlam tutmanın yollarını anlatırken, check-up programları hakkında da yararlı bilgiler aktardı.

Kış Hastalıkları Neden Olur?

Acıbadem Bakırköy Hastanesi Kulak Burun Boğaz Hastalıkları, Baş Boyun Cerrahisi Uzmanı Op. Dr. M. Engin Çakmakçı, kış mevsiminde en sık karşılaşılan hastalıkların başında; nezle, grip, zatürre, sinüzit, larenjit ve orta kulak ltihabının geldiğini söyledi ve pek çoğumuzun aşina olduğu bu hastalıklar hakkında ilgi verdi:

Grip ve Zatürre: Grip kış mevsiminde genellikle Kasım-Mart ayları arasında daha yaygın hale gelse de, tüm bir yıla yayılabilen bir hastalık. Genç ve sağlıklı bireylerde çok önemli bir sorunu oluşturmıyor ama; yaşlılarda, kronik hastalığı olan bireylerde ve bebeklerde ise hayatı tehdit eden ciddi sağlık sorunu haline gelebiliyor. Belirtiler, genellikle virüsün alınmasından 1-4 gün sonra başlıyor. Ek sorunlara yol açmadıysa genellikle bir hafta içinde de kendiliğinden geçiyor. Gribi önemli hale getiren ise bağışıklık mekanizmasının zayıflamasına bağlı, ek olarak gelişebilecek zatürre, kronik bronşitin alevlenmesi, kulak iltihapları gibi diğer enfeksiyon hastalıklarının ortaya çıkması.

Sinüzit: Bu hastalıkta baş ve yüzde ağrı, burun tıkanıklığı ve sarı yeşil renkte burun akıntısı oluşuyor. Öksürük geniz akıntısı nedeniyle ortaya çıkıyor ve bazen ısrarcı şekilde iyileşmesi uzuyor.

Larenjit: Boğaz ağrısının yanında ses kısıklığı eklenmişse Larenjit olarak adlandırılan ses telleri ve içinde bulunduğu gırtlak iltihapları akla geliyor. Çok ağır iltihaplarda nefes alma güçlükleri ortaya çıkıyor ve acil tedaviye ihtiyaç duyuluyor.

Orta Kulak İltihabi: Orta kulak enfeksiyonları, çoğunlukla nezle grip gibi geçirilen bir üst solunum yolu enfeksiyonunun hemen arkasından, orta kulak havalanmasının bozulması ile ortaya çıkıyor. Şiddetli kulak ağrısı ve dolgunluk basınç hissi oluşuyor, kişinin ateşi çıkabiliyor. Kulakta tıkanma oluyor. Hatta orta kulaktaki irin kulak zarını delerek dış kulak yoluna akabiliyor.

Hayatımızın bir döneminde tanıştığımız, vücudumuzu hafif ya da ağır bir şekilde etkileyen bu hastalıklara yakalanmamak için bazı noktalara dikkat edilmesi gerekiyor. Op. Dr. M. Engin Çakmakçı, kış hastalıklarına karşı riski arttıran etmenlerin başında; aşırı yorgunluk, aşırı sigara alkol tüketimi, yetersiz beslenme, hava kirliliği, bağışıklık direncini kıran ilaç kullanımı ve alerjilerin yanısıra diyabet gibi kronik hastalıkların geldiğini belirtiyor. Bu risk etmenlerine karşı önlem almak şart. Ancak korunmak için sağlığımızın genel durumunu öğrenmekte yarar var. Sağlığımızın genel durumu hakkında ayrıntılı bilgi elde etmenin yolu ise, check-up uygulaması yaptırmaktan geçiyor.

Kış Boyu Kişiye Özel Check-up

Acıbadem Maslak Hastanesi Check-up Merkezi Sorumlusu Dr. Vedat Mizrahi, günümüzdeki bilinçli kişilerin hastalanmadan önce sağlıkları hakkında bilgi aldıklarını belirtiyor. Böylece olası risklerini en aza indirerek sağlıklarını geliştirmek ve mükemmelleştirmek için çabaladıklarını vurguluyor.

Dr. Mizrahi, riskleri en aza indirebilicek başlıca yolun da check-up uygulamalarından geçtiğini belirterek, “Artık kişiye özel hazırlanan check-up programlarında; öncelikle kişiyi tanımak, yaşam tarzını, beslenmesini, fiziksel aktivite düzeyini, alışkanlıklarını, genetik özelliklerini öğrenmek, genel değerlendirmesini ve fiziksel muayenesini yaptıktan sonra gerekli olan tetkikleri planlayarak uygulamak esastır” diyor. Dr. Mizrahi, check-up programlarında yer alan incelemeler hakkında şu bilgileri veriyor:

 Kan yağları incelemesi
 Kan şekeri ölçümü
 Diyabet göstergelerine bakılması
 Karaciğer ve böbrek fonksiyonları
 Kan hücre sayımları
 İdrar tahlili
 Akciğer görüntülenmesi
 Karın içi organların tetkiki için batın ultrasonografis
 Kalp elektrosu
 Tiroid ve hormon tetkikleri
 Elektrolit ve mineraller
 Kadınlarda meme
 Erkeklerde prostat ile ilgili tetkikler
 Kalp tetkikleri
 Göz ve kulak burun boğaz tetkikleri

En ileri yöntemleri uygularken dahi öncelikle hekim tarafından yapılacak kapsamlı bir muayene önem taşıyor. Ardından kişinin özellikleri ve muayene bulgularına göre uygun check-up programı hazırlanıyor. Bu programlarda temel laboratuvar testleri, radyolojik tetkikler ve gerekirse ileri tetkikler uygulanıyor.

Check-up sonucunda elde edilen bulguların yine check-up hekimi tarafından değerlendirilip kişiye özel öneriler yapıldığını söyleyen Dr. Vedat Mizrahi, “Check-up yaptıracak kişilerin sabah aç karnına gelmeleri istenir. Genellikle iyi organize edilmiş bir check-up programında kişi yarım günde tetkiklerini bitirerek ilk sonuçları elde edebilir” diyor.

Kışın Bağışıklığınızı Güçlendirecek Öneriler

International Hospital Beslenme ve Diyet Uzmanı Dilem İrkin, bağışık sistemini destekleyecek; A, C, E vitamini, selenyum, magnezyum, çinko gibi vitamin ve minarellerin bulunduğu besinlere öncelik verilmesi gerektiği belirtiyor.

Dilem İrkin, kış mevsimi boyunca bağışıklığı güçlendirirken kilo almayı engelleyecek öneriler sundu:

- A vitamini yumurtanın sarısı, ciğer, yeşil yapraklı sebzelerde bulunuyor. Turunçgiller, mandalina, portakal, greyfurt gibi, yeşil yapraklı sebzeler C vitamini içeriyor.

- C vitamini tüketirken meyve suyunu sıkıp, bir saat sürahide bekletirseniz faydası kalmıyor. Aynı şekilde sebze yemeği yaparken sebzeleri birçok parçaya bölüp, ağzı açık pişirmek, saatlerce yıkamak vitamin kaybına neden oluyor.

- E vitamini kurubaklagil, yağ, fındık, fıstık gibi besinlerde bulunuyor. E vitamini kalbi koruyor, antioksidan etkisiyle gıdaların bıraktığı serbest radikaller dediğimiz zararlı bileşenlerin vücuttan atılmasına yardımcı oluyor.

- Selenyum deniz ürünlerinde ve hayvansal gıdalarda bol bulunuyor.

- Güneşli günlerde biraz dışarı çıkmak, yürüyüş yapmak D vitamini almaya yarıyor.

- Balık zengin bir Omega-3 kaynağıdır. Haftada iki defa balık tüketmek, kızartma değil de ızgarasını yapmak, ızgarada yağ eklememek kilo dengesini sağlıyor.

- Çinko büyüme, gelişme, doku onarımında ve bağışıklık sistemi üzerinde önemli bir mineral. Çinko süt ve et ürünleri, hayvansal gıdalar ve bitkisel gıdalarda bulunuyor.

- Magnezyum kasların gevşemesi ve bağışıklık sistemi için gerekli oluyor. Tam buğdaydan yapılmış makarna, ekmek magnezyum alımını sağlıyor.

Bu yöntem 4 günde sigarayı bıraktırıyor


Sigarayı bırakmak için bazı hastanelerde bulunan ışın cihazı sayesinde, 4 gün 25'er dakikalık seanslara girenler, endorfin (mutluluk hormonu) salgıları yeniden başlatılarak sigara bağımlılığından kurtuluyor.
Kapalı mekanlara sigara içilmesinin tümüyle yasaklanması, son olarak da sigara paketlerinin üzerine, sigaranın yol açtığı zararları gösteren fotoğrafların konulması, sigarayı bırakmak isteyen kişilerin sayısını artırdı.

Yapılan araştırmaya göre de sigara içenlerin büyük bölümü, akciğer kanserinin en büyük nedeni olan sigaradan, öksürme, gıdaların gerçek lezzetini almama, diş sararması gibi şikayetler nedeniyle kurtulmak istiyor, ancak bağımlılık yapan nikotin nedeniyle sigaranın profesyonel yardım alınmadan bırakılması kişiyi oldukça zorluyor.

Uzmanlar, sigarayı bırakmanın tek başına ve klinik destek almadan gerçekleştirilmesinin son derece zor olduğunu, sigaradan tümüyle kurtulma konusunda kesin kararını vermiş kişilerin resmi ve özel hastanelerdeki sigarayı bıraktırma merkezlerine gitmelerini istiyor.

HİÇBİR ŞEKİLDE AĞRI VE SANCI YOK

Bazı hastanelerde bulunan ışın cihazı sayesinde, 4 gün 15'er dakikalık seanslara girenler, endorfin salgıları yeniden başlatılarak sigara bağımlılığından kurtuluyor. Bu işlem sırasında, kişi hiçbir şekilde ağrı ya da sızı hissetmiyor.

Konya Özel Nakipoğlu Hastanesi Başhekimi Dr. Kutsi Öncü, “Sigarayı bu yöntemle bırakmak çok kolay, ancak pek çok kişi bunu bilmiyor. Oysa 4 günde, 25 dakikalık seanslarımıza giren sigarayı yüzde 90 bırakıyor” dedi.

İKİNCİ SEANSTAN SONRA TİRYAKİYE SİGARA CAZİP GELMİYOR

Bu işlem için, sigaraya bir ayda ödenen kadar, yani çok cüzi bir ücret aldıklarını anlatan Dr. Öncü, şunları kaydetti:

“Pek çok kişi bu sigarayı bıraktırma yöntemini, bu yöntemle sigarayı bırakmış bir tanıdığından öğreniyor, bize öyle geliyor. Bu teknikle enfraruj ışınları vücudun akupunktura duyarlı 35 noktasına birden uyguluyoruz. Bu noktalardan ışınsal uyarıyla ara mesajcılar harekete geçerek, beyine, endorfin salgılaması talimatını veriyor. Böylece, tiryakinin aldığı nikotin nedeniyle artık vücuduna salgılanmayan endorfin hormonu, yeniden yoğun şekilde harekete geçiyor. Artık kişi, nikotinle değil vücudunun doğal olarak salgıladığı endorfin hormonuyla mutlu olmaya başlıyor. İşin güzel tarafı şu, nikotin ve endorfin birbirine adeta düşman. Vücut bu tedavinin 2. seansından itibaren mutluluk hormonu salgılamaya başladığı için, kişi sigaradan zevk almadığı gibi sigara artık bu kişiye cazip bir madde olarak gelmiyor.”

Bu yöntemin özellikle büyük şehirlerde bazı hastanelerde bulunduğuna işaret eden Dr. Öncü, sigarayı bırakmaya azmetmiş herkesin bu yöntemle hiç zorlanmadan nikotin bağımlılığından kurtulabileceğini, hem kendisi hem de ailesi için sağlıklı bir yaşama başlayacağını vurguladı.

Dr. Öncü, bu tedavinin tek şartının uygulamaya başlamadan önce kişinin 24 saat hiç sigara içmemiş olması gerektiğini, tedavi süresince ve sonrasındaki bir haftalık dönemde, vücuttaki sigara zehirinin hızla atılabilmesi için bol su içilmesi ve günde 3 kez 250 gram yoğurt tüketilmesi gerektiğini sözlerine ekledi.

Okul öncesi eğitim neden önemli?


Yapılan çalışmalar okul öncesi eğitim alan çocuklarda okula devam oranlarının ve okul başarısının daha yüksek olduğunu göstermiştir.
Okul öncesi eğitimin çocuklar, aileler ve toplum açısından birçok faydası vardır. 0-6 yaş arasını kapsayan erken çocukluk dönemi çocuğun en hızlı geliştiği dönemdir. Beyin yapısı ve fonksiyonlarının gelişiminin üçte ikilik bölümü 0-4 yaş arasında tamamlanmaktadır. Erken çocukluk dönemindeki deneyimler beynin çalışma biçimi için belirleyicidir. Yapılan çalışmalar okul öncesi eğitim alan çocuklarda okula devam oranlarının ve okul başarısının daha yüksek olduğunu göstermiştir. Okul öncesi eğitim sosyal ve duygusal gelişimi destekleyerek, yetişkinlik döneminde de kişilerin daha üretici ve verimli olmalarını ve sahip oldukları potansiyeli tam olarak kullanmalarını sağlar.

Çocukların gelişim özellikleri, bireysel farklılıkları ve yetenekleri göz önüne alan, sağlıklı bir biçimde fiziksel, duygusal, dil, sosyal ve zihinsel yönden gelişimlerini sağlayan, olumlu kişilik temellerinin atıldığı, yaratıcı yönlerinin ortaya çıkarıldığı, çocukların kendilerine güven duymalarının sağlandığı, ebeveyn ve eğitimcilerin etkin olduğu kaliteli bir okul öncesi eğitim programına katılan çocukların diğer çocuklara kıyasla gelecekte okul başarıları daha yüksek, sosyal ve duygusal, sözel, zihinsel ve fiziksel gelişim açısından daha yetkin olduklarını araştırmalar göstermiştir.


Okul öncesi eğitimin yararlarını kısaca şu şekilde sayabiliriz:

• Çocukların zeka puanlarında yükselme,
• Sınıfta kalma ve okul eğitiminden ayrılma oranlarında düşme,
• Çocukların beslenme ve sağlık durumunda iyileşme,
• Sosyal ve duygusal davranış gelişiminin daha ileri olması,
• Daha olumlu ebeveyn-çocuk ilişkisi,
• Yetişkinlikte kendine yeten, ekonomik kazanç potansiyeli yüksek bireyler olmak.

Bu yüzden bu dönemde çocuğun zihinsel ve bedensel olarak yeterli beslenmesi ve etkileşimde bulunabildiği, onun gelişimini destekleyen bir ortamda bulunması gerekmektedir. Erken çocukluk eğitimi insan gelişiminin başlangıç noktasıdır. Okul öncesi eğitim, çocukların ve ülkemiz insanının uzun vadede daha üretken, daha yaratıcı, sorun çözmede daha yetkin olmasını sağlar.

Okul öncesi eğitim çocuğu ilköğretime hazırlar mı?

İlköğretime hazır olmanın şartlarından biri çocuğun kendi yaşına uygun zihinsel gelişim düzeyine erişmesidir. Buna paralel olarak ilkokula başlayacak her çocuğun bazı temel becerileri kazanmış olması şarttır. Okul öncesi eğitim bu becerilerin kazanılmasında önemli bir rol oynar.

Okul öncesi eğitimin okula hazır olmayı sağlama açısından kazandırdığı becerileri şöyle özetleyebiliriz:

Sosyal olarak, çocuklar oyuncakları paylaşmanın yanında yetişkinin ilgisini, yiyecekleri paylaşmayı ve karşılıklı konuşmayı öğrenirler. Ayrıca yaşıtlarıyla çatışmaları ve ilişkilerde ortaya çıkan sorunları çözümlemeyi ve kendini nasıl ve ne zaman koruyacağını ve diğer çocukların hakkına saygı göstermeyi de öğrenirler. Bütün bunlar çocuğun ileriki yaşamında ortaya çıkan tüm sorunları çözmesine yardımcı olacak problem çözme becerilerinin artmasını sağlar.Duygusal olarak, kendi işlerini kendisi yapması, sorunları kendisinin halletmesi ve bazı kararları kendisinin vermesi sayesinde kendine güveni yükselir.

Anne-babadan ayrı kalabileceğini ve onların bulunmadığı zamanlarda da kendisine bakabileceğini görmek çocuğun öz güven ve bağımsızlık duygularını artırdığı gibi, kendi kendini avutma ve oyalama becerilerinin gelişmesine yardımcı olur.

Ayrıca toplu yaşamanın gerektirdiği sınırlara ve kurallara uymayı da anaokulunda öğrenirler. Fiziksel olarak kesme, yapıştırma, boyama, kalem kullanma gibi faaliyetlerin düzenli olarak yapılması sonucu ince motor becerileri gelişir.Ayrıca koşma, zıplama, fırlatma, tırmanma gibi kaba motor fonksiyonlarını da kullanır ve geliştirir. Zihinsel olarak, nesneleri eşleştirme, sınıflandırma, ölçme, gözlem yapma ve fikirler üretme gibi matematik ve bilim becerilerini kazanır. Canlandırma, taklit ve hayali oyunlar sayesinde hayal gücü gelişir. Arkadaşları ve öğretmenleri ile konuşmak dil becerilerini geliştirir.

Kitapları incelemek, boyama ve çizimler yapmak, arkadaşlarına mektup yazmak gibi faaliyetler de erken okuma ve yazma yetilerinin gelişmesine yardımcı olur.Ayrıca anaokulundaki faaliyetlerin dikkat ve konsantrasyon gerektirmesi çocuğun beyninin bu fonksiyonlarının gelişimine katkıda bulunur.Dikkat eksikliği sorunu ve öğrenme güçlüğü olan çocukların erken farkedilmesi ve okula başlamadan gerekli önlemlerin alınmasını sağlar. Tüm bunlar da okula hazır olması ve okul başarısı açısından önem taşır.

Okul öncesi eğitimine başlamak için en uygun yaş nedir?

Okul öncesi eğitim için hazır olma yaşı her çocuk için aynı değildir.
Genel olarak ana okuluna başlama yaşının 2-4 yaş arası olduğunu söyleyebiliriz.Gelişimsel olarak bazı çocuklar 2 yaşında, bazı çocuklar da 3-4 yaşında ana okuluna başlamak için hazır olabilmektedir.Annenin çalışması nedeniyle daha önceden anneden ayrı kalmaya alışık olan, ihtiyaçlarını konuşarak veya başka biçimlerde ifade edebilen, basit komutları izleyebilen, yürüme ve koşma gibi kaba motor fonksiyonları gelişmiş olan çocuklar hangi yaşta olurlarsa olsunlar, anaokuluna başlayabilirler.Konuşma, yeme, hırçınlık, saldırganlık, büyüklerden ayrılamama, aşırı hareketlilik gibi sorunları olan çocukların anaokuluna gitmeleri de özellikle tavsiye edilebilmektedir.











Çocuğu anaokuluna psikolojik olarak nasıl hazırlamak gerekir ? Onu nasıl motive edebiliriz?

Çocukların yeni ortamlara uyum yeteneği çok yüksektir. Ancak onun bu uyum yeteneğinin anne-babalar tarafınızdan engellenmemesi gerekir.
Aileler çocuklarını kreşe başlatma kararı verdiğinde, çocuktan önce anne-baba olarak kendilerinin buna gerçekten hazırlanması ve kararlarından emin olması gereklidir.

Anne-babalar çocuğun kreşe başlatma kararı konusunda ne kadar rahat olursa, çocuklar da, kendileri de o kadar az sorun yaşarlar. Anaokuluna başlamadan önce çocukla okul hakkında bol bol konuşmak, anaokullarında sıklıkla yapılan
faaliyetleri çocuğa yavaş yavaş tanıtmak önemlidir. Örneğin evde makasla kağıt kesmeye ve boya kalemlerine alışkın bir çocuk, anaokulunda da aynı kağıt ve boyaları görünce rahatlar. Anne-babaların çocuğunuzun önemli bir adım atmakta
olduğunu kabul etmeleri ve onu desteklemeleri önemli olmakla birlikte, farkında olarak
veya olmayarak, bu değişiklik konusunun üzerinde çok fazla durmaları, yaşayacağı değişikliği çok fazla vurgulamaları da çocuğun kaygısını artırabilir.

Küçük çocukların anne-babaların verdiği sözel olmayan sinyalleri okumakta usta oldukları unutulmamalıdır. Bu nedenle eğer anne-baba onu kreşe başlattığı için
suçluluk duyuyor ya da nasıl onu kreşe bırakıp çıkacağı konusunda endişe hissediyorsa, büyük olasılıkla çocukta bunu hissedecektir. Çocuğun kreşe rahat bir şekilde uyum sağlaması ve burada mutlu olması için öncelikle anne-babanın bu konuda kararlı, rahat ve emin davranması çok önemlidir.

Çocuğu kreşe gönderme kararı konusunda anne-baba ne kadar sakin ve emin davranırsa, çocuk da kendini o kadar güvende hissedecektir. Anne-babanın en ufak bir güvensizlik ya da tereddüdü ise çocuğun güvensizlik hissini ve kaygısını şiddetlendirecektir.

Çocuğu anaokuluna gönderirken karşılaşabileceğimiz zorluklar ve dikkat etmemiz
gereken noktalar nelerdir?

Anne-babasından hiç ayrı kalmamış çocukların anaokuluna başlamadan önce kısa süreli ayrılıklara hazırlanması faydalı olur.Hiç ayrılık yaşamamış çocuğun aniden farklı bir ortamda yalnız kalması endişe ve kaygıyı fazla hissetmesine neden olabilir. Bu nedenle çocuğun kısa süreli ayrılıklara alışması için önceden hafta sonu bir yakınına bırakılması, gün
içinde belli saatlerde evde ya da başka bir ortamda anneden ayrı biriyle kalması tavsiye edilir. Çok çekingen ve kendine güveni düşük çocuklar ve sınır ve kural tanımayan çocukların anaokuluna başlamasında değişik sorunlar yaşanır. Çekingen çocuklarda öğretmen yardımı olmadığında çekingenlik ve güvensizliğin artması gözlenebilir. Bu gibi durumlarda öğretmenle işbirliği yapılarak, çocuğun kendini ifade etmesinin sağlanması önemlidir.Sınır ve kural tanımayan çocukların da diğer çocuklara ve okul eşyalarına zarar vermesi sorunu yaşanabilir. Yine aynı şekilde öğretmenlerle işbirliği yapılarak, sınır ve kuralların bu çocuklara öğretilmesi sağlanabilir.

Çocuk anaokulundan korkuyorsa, neler yapmak gerekir?

Her yeni ortama girmenin çocuklarda ve yetişkinlerde belli düzeyde bir kaygı oluşturması doğaldır. Yukarıda belirttiğim şekilde çocuk önceden hazırlanarak bu kaygısını yenmesinde yardımcı olunabilir. Ancak anne-babanın farkında olarak veya olmayarak, bu değişiklik ve kaygının üzerinde çok fazla durması, kendilerinin de kaygılı olması çocuğun kaygısın artırabilir.Küçük çocuklar sözel olarak ifade etmeseler de, davranış ve mimiklerinden anne-babalarının neler hissettiğini çok iyi anlarlar. Eğer anne-baba çocuğu kreşe başlattığı için suçluluk ya da kaygı duyuyorsa, büyük olasılıkla çocuk da bunu
hissedecektir. Çocuğun kreşe rahat bir şekilde uyum sağlaması ve burada mutlu olması için
öncelikle anne-babanın bu konuda kararlı, rahat ve emin davranması çok önemlidir.

Çocuğu kreşe gönderme kararı konusunda anne-baba ne kadar sakin ve emin davranırsa, çocuk da kendini o kadar güvende hissedecektir.

Eğer çocuk annesinden ayrılmak ve anaokuluna gitmek istemezse, neler yapmak gerekir?

Her çocuk seçme şansı verilirse, doğal olarak annesi ile kalmak ister. Ancak çocuk kendisi için doğru olanı değerlendirme kapasitesine sahip değildir.Bu nedenle anaokuluna başlama gibi çok önemli bir kararının çocuğun anlık isteklerine bakılmaksızın anne-baba tarafından verilmesi gerekir. Çocuğun istemediği taktirde okuldan alınacağını bilmesi veya bunu sezmesi, okula uyumunu ve düzenli devam etmesinin sağlanmasını zorlaştırır, hatta bazı hallerde imkansız hale sokar.Bu nedenle, anaokulu ile ilgili önemli bir sorun ya da hastalık durumu olmadığı sürece okuldan ayrılmasının söz konusu olmadığı çocuğa anlatılmalıdır.

Anne-babasından hiç ayrı kalmamış çocukların anaokuluna başlamadan önce kısa süreli ayrılıklara hazırlanması faydalı olur. Hiç ayrılık yaşamamış çocuk, aniden farklı bir ortamda yalnız kalması endişe ve kaygıyı fazla hissetmesine neden olabilir. Bu nedenle çocuğun kısa süreli ayrılıklara alışması için hafta sonu bir yakınına bırakılması, gün içinde belli saatlerde evde ya da başka bir ortamda anneden ayrı biriyle kalması tavsiye edilir.

İlk birkaç gün çocuğun yeni ortama güven duyması ve aşinalık kazanması için öğretmenlerin önerileri doğrultusunda anne-baba anaokulunda belli bir süre kalabilir. Ancak bunun birkaç günü geçmemesi ve anaokuluna bırakırken anne-babanın vedalaşma süresini kısa tutması ve duygusal sahnelerden kaçınması önerilir.

Okul öncesi eğitimde çocuklar ne tip becerileri kazanır?

Çocuklar okul öncesi eğitim ile sosyal, duygusal fiziksel ve zihinsel birçok beceri kazanır ve geliştirirler. Sosyal olarak paylaşmayı, sıra beklemeyi, kurallara uymayı, karşılıklı
konuşmayı, oyun kurmayı, yaşıtları ile çıkan çatışmaları çözmeyi, kendini korumayı ve diğer çocukların haklarına saygı göstermeyi öğrenir.Yemek, uyku, tuvalet gibi özbakım becerilerini kazanmak, anne-babadan ayrı kalmak duygusal gelişimine katkıda bulunarak kendine güvenini artırır.Anaokullarındaki kesme, yapıştırma, boyama, kalem kullanma gibi faaliyetlerin düzenli olarak yapılması ise çocukların ince motor becerilerini geliştirir. Ayrıca koşma, zıplama, fırlatma, tırmanma gibi faaliyetlerle de kaba motor fonksiyonlarını kullanır ve geliştirir.Anaokulundaki nesneleri eşleştirme, sınıflandırma, ölçme, gözlem yapma ve fikirler üretme gibi çeşitli faaliyetler çocuğun matematik ve bilim becerilerinin gelişmesini
sağlar.Canlandırma, taklit ve hayali oyunlar sayesinde hayal gücü gelişir. Arkadaşları ve öğretmenleri ile konuşmak dil becerilerini geliştirir.Kitapları incelemek, boyama ve çizimler yapmak, arkadaşlarına mektup yazmak gibi faaliyetler de dikkat ve konsantrasyonun artmasına ve erken okuma ve yazma yetilerinin
gelişmesine yardımcı olur.Anaokulu çocuğun yaratıcı yönlerini ve ilgi alanlarını ortaya çıkarmak açısından da önem taşır.

Çocuk beslenmesinde 3 önemli kural




Okul çağı çocuklar büyüme ve gelişme döneminde olduklarından, günlük ortalama almaları gereken kalori miktarı ve alacakları besinlerin dengesi büyük bir önem taşıyor.

Fast food, tuz ve abur cuburu azaltın

Okul çağı çocuklar büyüme ve gelişme döneminde olduklarından, günlük ortalama almaları gereken kalori miktarı ve alacakları besinlerin dengesi büyük bir önem taşıyor. Çocukluk çağındaki beslenme yetersizliği ve dengesizliği ise çeşitli sağlık sorunlarına yol açabiliyor.
Acıbadem Kadıköy Hastanesi Beslenme ve Diyet Uzmanı Şengül Sangu Talak, çocuklara evde ve okulda iyi bir beslenme planı yapılmasının önemine değinirken, tuz alımı ve fast food tarzı beslenmenin kısıtlanmasını, abur cubur tüketilmesinin azaltılmasını öneriyor.
Çocukların yeterli ve dengeli beslenmesi için bütün yiyecek gruplarından, belirli miktarlarda yemesi gerekiyor. Günlük beslenme piramidinin şöyle dengelenmesinde yarar var:

- Günlük enerji ihtiyacının yüzde 55-60’ı karbonhidratlardan
- Yüzde 15-20’si proteinlerden
- Yüzde 30’u ise yağlardan (yemeklere ilave edilen yağların eşit miktarlarda karıştırılmış olarak, zeytinyağı, soya ve mısırözü gibi bitkisel yağlardan oluşturulması gerekiyor)

Çocuklarda Omega 3 ve Omega 6 gibi yağ asitleri, çocuklarda göz ve beyin gelişimini, bağışıklık sisteminin kuvvetlenmesini ve kalp-damar hastalıkları riskinin azalmasını sağlıyor. Bunun için çocukların lahana, brokoli, karnabahar, semizotu ve tüm yeşil yapraklı sebzelerle, balık, ceviz, fındık, badem gibi yiyecekleri diğer besinlerle birlikte düzenli tüketmeleri gerekiyor. Anneler çocuklarının günde ne kadar kalori tüketmeleri gerektiğini merak ediyor. Şengül Sangu Talak, çocukların harcadıkları günlük enerji miktarlarının fiziksel aktivitelerine göre değişeceğini söylüyor.

Günlük kalori miktarları şöyle değişiyor:

- Dört-altı yaş grubu çocuklarda ortalama 1800 kalori kcal/gün
- 9 – 12 yaş erkek çocuklarında 2100 kcal/gün
- Kız çocuklarında ise 1700 kcal/gün

Çocuğun günlük enerji ihtiyacının, düzgün öğünler şeklinde ve her besin grubundan belirli miktarlardan bir arada yedirilmek koşuluyla sağlanmasının mümkün olduğuna değinen Şengül Sangu Talak şunları söylüyor:

“Tek tip gıda alımı zararlıdır. Günde bir yumurta, bir-iki kibrit kutusu kadar peynir, iki-üç köfte, 500 mililitre süt veya yoğurt, iki porsiyon sebze, iki-üç porsiyon meyve, 10–12 porsiyon ekmek veya grubundan (1 porsiyon ekmek yerine, iki yemek kaşığı pilav, makarna, bulgur yenilebilir. Bir kase çorba, bir dilim börek tüketilebilir) gıdaların alınması sayesinde, günlük öğünde tüketilmesi gereken besin grupları dengelenmiş oluyor.”

KAHVALTIYI ATLAMAK, ABUR CUBURU SEVDİRİYOR

Anneler okul döneminde çocuklarının beslenmesi konusunda, evde kurdukları düzen ve okul kantinlerindeki sağlıksız gıdaların tüketilmesi sorunu arasında sıkışıp kalıyor. Şengül Sangu Talak, okul çağı çocuklarının sağlıklı beslenmeleri konusunda şu önerilerde bulunuyor:

 Okul kantinlerinde satılan cips, şekerleme, çikolata, bisküvi, poğaça, kek gibi gıdaların esas yemek yerine ve çok miktarlarda yenilmesini engelleyin.

 Bu nedenle çocuğunuza verdiğiniz cep harçlığını bu yanlış seçimlerden bolca yapmasına engel olacak şekilde ayarlayın.

 Beslenmesinde, meyve, ayran, süt, kuru üzüm, kuru kayısı, fındık, ceviz gibi yararlı, vitamin, protein ve kalsiyum içeriği yüksek yiyecekler bulundurun.

 Kahvaltı, bu yaş grubu için günün en önemli öğünüdür. Uzun süren açlıktan sonra enerji ihtiyacının karşılanmasında, vücut için gerekli besin öğelerinin günün ilk saatlerinde vücudun en fazla ihtiyaç duyduğu dönemde vücuda dengeli bir şekilde alınmasında, kan şekeri düzeylerinin dengelenmesinde, böylece dikkatin derse yoğunlaşmasında, güne daha dinamik başlamalarının sağlanmasında etkili olduğundan kahvaltının yapılmasına çocuklarınızı özendirin.

 Tüm bunlardan dolayı; çocuğun enerji deposunu dolduracak, proteinden zengin gıdaları tercih edin.

 Sürülebilen çikolata, bal, reçel gibi tatlılar yerine kan yapıcı ve kemik gelişimi için kalsiyum içeren pekmeze kahvaltıda yer verin.

 Genellikle hafta sonu tüketilen yumurta sayıca gerektiğinden az yenir. Oysa yumurta yüzde yüz emilebilen en kaliteli protein kaynağıdır ve kan yapıcıdır. Yanında çay içilmesi demir emilimini engeller, ayrıca çok fazla kaynatılması da besin değerini düşürür.

 Kahvaltılara az miktarda ilave edilen domates, salatalık, maydanoz gibi vitamin ve posa içeren sebzeler iştah açıcı ve barsak çalıştırıcıdır. Kahvaltıda sadece ve sürekli mısır gevreği+süt alımı belki pratiktir ama sakıncalıdır.

 Okulda verilen alternatifler sağlıklı beslenme alışkanlığının kazandırılmasına yönelik olarak seçilmelidir. Okul kantinlerinde taze meyve satılabilir, dengeli hazırlanmış sossuz sandviçler verilebilir. Ayrıca okulda hazırlanan alternatiflerin hazırlama koşullarının hijyenik olması bu çağ çocukların sağlığı için ayrı önem taşımaktadır.

KAHVALTI ALTERNATİFLERİ

Birinci alternatif:
Mısır veya yulaf gevreği, kuru üzüm veya 2-3 kuru kayısı, 6-8 adet fındık kırığı veya 2 ceviz
1 kivi veya 1/2 muz, süt veya yoğurt.

İkinci alternatif:
1–2 dilim ekmek, 1 tatlı kaşığı pekmez veya bal, 1 yumurta, 1bardak taze meyve suyu

Üçüncü alternatif:
Kaşarlı tost, 5 adet zeytin, 1 bardak süt, domates

Dördüncü alternatif:
Omlet, bir bardak taze meyve suyu, 1-2 dilim ekmek, 1 tatlı kaşığı pekmez veya reçel veya marmelat

Beşinci alternatif:
1 Su bardağı süt, 1 muz, cevizli meyveli kek

ARA ÖĞÜN ALTERNATİFLERİ

1. 1 elma +5 bisküvi
2. Meyve suyu +poğaça
3. Süt + kek
4. Kuru kayısı+1 avuç fındık
5. 1 meyve+ ceviz

Çocuklarda bademcik ve geniz eti problemleri


Çocuğunuzdaki bademcik ve geniz eti sorununu hafife almayın! Her çocukta olur deyip geçilen bademcik ve geniz eti rahatsızlıkları çocukların psikolojisini, sosyal hayatını, okuldaki başarısını bile olumsuz etkileyebiliyor.
KBB Uzmanı Dr. Süreyya Şeneldir, çok sık karşılaşılan bu sağlık sorunu ile ilgili neler yapılması gerektiğini bakın nasıl anlatıyor...

Çocukluk çağının önemli ve sık tekrarlayan rahatsızlıklarından geniz eti ve bademcik rahatsızlıkları, kimi zaman yatakta geçirilen sıkıntılı günlere neden oluyor. Kulak Burun Boğaz (KBB) Uzmanı Dr. Süreyya Şeneldir, geniz eti ve bademcik sorunlarının hastanın günlük yaşantısını etkilediği gibi okul çağındaki çocukların başarısının da ciddi oranda etkilediğini, karşımıza ciddi bir sosyal ve eğitim sorunu olarak çıktığını belirtiyor.

Yaşanan bu sağlık sorunu ile ilgili yapılması gerekenler konusunda bilgi veren Dr. Şeneldir, miniklerin korkulu rüyası haline gelen geniz eti ve bademcik rahatsızlıkları nedeniyle çocuklarda burun tıkanıklığından, gündüz yorgunluk hissi ve baş ağrısına, horlamadan uykuda nefes kesilmesine, davranış bozukluklarından hiperaktiviteye kadar birçok sorun yaşanabildiğini ifade etti. Dr. Şeneldir, bu rahatsızlığın, yalnızca sağlık açısından değil psikolojik açıdan da sıkıntı yaratabildiğini vurguladı.

Kalp romatizmasına bile yol açabiliyor!

"Geniz eti ergenlik sonrası gerileyen, bademcik ise daha çok 3-10 yaş arasında görülen bir rahatsızlık olma özelliğine sahiptirler ve vücudun bağışıklık sisteminde görev alırlar."

diyen KBB Uzmanı Dr. Süreyya Şeneldir, buna rağmen bademcik ve geniz eti operasyonlarının neden yapıldığı ve bademciklerin neden ameliyatla alındığının en büyük merak konusu olduğuna değindi. Dr. Şeneldir, bu konuya şöyle açıklık getirdi: "Sağlıklı olmayıp işlevini yerine getiremeyen bademcikler, vücudu dışardan giren mikroplara karşı savunmak yerine sürekli iltihaplanarak, bırakın vücudu savunmayı, aksine vücut için mikrop kaynağı oluşturmaktadırlar. Daha da önemlisi, çok sık geçirilen bademcik iltihapları sadece o bölgeyi etkilemekle kalmayıp; kalp, eklem ve böbrek romatizması için de önemli bir risk oluşturmaktadır."

Bu konuda başarılı çalışmalara imza atan Dr. Süreyya Şeneldir, geniz eti ve bademcik hastalıklarının tedavisinde öncelikli olarak ilaç tedavisi uygulanması gerektiğini, uygulanan ilaç tedavisine rağmen sonuç alınmayan durumlarda ise cerrahi yola başvurulması gerektiğinin altını çizdi.

Geniz eti ameliyatına hangi durumlarda karar vermeliyiz?

KBB Uzmanı Dr. Süreyya Şeneldir, geniz eti ameliyatına hangi durumlarda karar verilmesi gerekenler konusunda ebeveynleri şöyle bilgilendirdi:

- Ortaya çıkan geniz eti iltihapları çocuğun sık tekrarlayan orta kulak iltihabı geçirmesine sebep oluyorsa,

- Geçirilen geniz eti iltihapları kronik orta kulak enfeksiyonlarına yol açmışsa,

- Senede 5 veya daha fazla sayıda geniz eti iltihabı geçiriliyorsa,

- Ağzı açık uyuma, gündüz ağzı açık dolaşma, burun tıkanıklığı ve horlamaya yol açan geniz eti büyüklüğü varsa,

- Uykuda nefes kesilmelerine sebep olan geniz eti büyümesi varlığında geniz eti ameliyatı yapılmalıdır.

Bademcik ameliyatı şu durumların herhangi birisinin olması durumunda gereklidir:

- Sık bademcik iltihabı geçiriyorsa (senede 5 veya daha fazla sayıda),

- Uykuda horlama ve nefes kesilmesine sebep olacak kadar sorun çıkaran büyük bademciklerin varlığında,

- Çocuğun havale geçirmesine sebep olan sık bademcik iltihapları oluşuyorsa,

- Beslenme bozukluğu ve kilo kaybına yol açıp büyüme gelişmeyi bozacak kadar büyük bademciklerin varlığında,

- Erişkinlerde tüm tedavilere rağmen geçmeyen bademcik taşı ve ağız kokusu varlığında,

- Geçirilen bademcik iltihapları kalp, eklem ve böbrek romatizmasına yol açmışsa.

KBB Uzmanı Dr. Süreyya Şeneldir'in belirttiğine göre, bahsedilen bu sıkıntılar yaşandığı takdirde bademcik ve geni ameliyatına gerek olduğuna kadar veriliyor. Bademcik ameliyatlarında teknolojik gelişmelerin sayesinde artık yeni yöntemler kullanılıyor. Thermal welding sistem denilen ve ameliyat sırasında dokulara verilen termal hasarı minimuma indirmeyi hedefleyen bu yeni yöntem sayesinde bademcik ameliyatları klasik yöntemlere oranla çok daha kansız geçiyor, kısa sürüyor ve termal hasarın minimuma inmesi, ameliyat süresinin kısalması gibi avantajları sayesinde ameliyat sonrası dönemde ağrı da büyük ölçüde azalıyor. Çocuk sadece birkaç gün içerisinde iyileşiyor ve kısa sürede okul yaşantısına geri dönebiliyor.

Diyabet bunama riskini artırıyor


Yapılan araştırmalar diyabetin bunama riskini yüzde 63 oranında artırdığını gösteriyor. Bu nedenle henüz kesin tedavisi bilinmeyen Alzheimer’da risk faktörlerini düşürmek için öncelikle kan şekerini kontrol altında tutmak gerekiyor.



Dünya genelinde global bir salgın olarak ilerleyen diyabetle ilgili çalışmalar devam ettikçe ilginç sonuçlar ortaya çıkıyor. Dikkat çekici araştırmalardan biri de diyabet ve Alzheimer ilişkisi üzerine kurulu. Peki bu iki hastalık arasında nasıl bir bağlantı bulunuyor? Anadolu Sağlık Merkezi Nöroloji Uzmanı Prof. Dr. Türker Şahiner’in verdiği bilgiye göre, kılcal damarlardaki daralmaya bağlı olarak ortaya çıkan damarsal bunama, tüm bunama nedenleri arasında Alzheimer hastalığından sonra ikinci sırada yer alıyor.

Damarsal bunama hastalarında kılcal damarlar tıkandığı için hiçbir klinik belirti vermeden sinsi bir şekilde bellek yitimi gerçekleşiyor. Damarların tıkanmasını sağlayan nedenler arasında ise, damarsal tıkanmanın tüm risk faktörlerinin yanında kan şekeri yüksekliği ve yüksek tansiyon ilk sırada yer alıyor.

Günümüzün tartışması ise damarsal bunamada olduğu gibi aynı risk faktörleri Alzheimer hastalığı içinde geçerli midir? Yani kan şekeri yüksekliği Alzheimer oluşumuna etki ediyor mu? Alzheimer hastalığının gelişmesinde diyabetin de rol aldığını kabul edenlerin sayısının giderek arttığını söyleyen Prof. Şahiner, “Son yıllarda bu varsayıma yönelik bilimsel araştırma verilerine göre kan şekeri yüksekliği bunama riskini artırmaktadır” diye konuşuyor.

Bilimsel çalışmalar devam etse de henüz diyabetin hangi mekanizmayla bunamayı artırdığı tam olarak bilinmiyor.

Diyabet Alzheimer gelişme hızına da etki ediyor

Son olarak bu ilişkiye yönelik heyecan verici sonuçları olan bir çalışma İsveç Uppsala Üniversitesi’nden 2009 yılı Ağustos ayından yayımlandı. Bu çalışmada uzun süreli glukoz metabolizması, insülin salınımı ve etkinliğini ile Alzheimer hastalığı ve damar tıkanıklığına bağlı bunama ile ilişkisi incelenmiş. Ortaya çıkan ilginç sonuçlara göre; 1990 ile 1995 yılları arasında bunaması olmayan 71 yaşında 1125 erkek bireyde oral glukoz yükleme testi ile birlikte insülin düzeyleri ölçülmüş. Daha sonra bu kişiler 12 yıl boyunca sağlık açısından izlenmiş. Toplam 257 bireyde bunama veya bellek bozuklukları görülmüş. Bu 257 hastanın 81’i Alzheimer, 26’sı damarsal bunama tanısı almış.

Hastaların kan basıncı farkları, vücud kütle indeksleri, kolesterol düzeyleri, sigara içmeleri ve eğitim düzey farklılıkları göz alınarak yapılan hesaplamalar “glukoz yükleme sonrasında düşük insülin salınımı” gösteren hastaların Alzheimer riskinin yükseldiği görülmüş. Damarsal bunama hastalarında bu riskin daha da arttığı görülmüş.

Prof. Dr. Türker Şahiner’in verdiği bilgiye göre, diyabet ve Alzheimerle ilgili bir başka dikkat çekici nokta ise diyabetli kişilerde bellek çok daha hızlı şekilde bozuluyor. Yapılan bir başka araştırmada ise diyabet Alzheimer’a zemin hazırladığı gibi hastalığın seyrini de hızlandırdığına dikkat çekiliyor.

Prof. Dr. Türker Şahiner yakın zamanda yapılan çalışmaların diyabet ve bunama ilişkisini çok net ortaya koyacağını belirterek, “Bu nedenle henüz kesin tedavisi bulanamayan Alzheimer hastalığı için risk faktörlerini düşürmek istiyorsak öncelikle kan şekerimizi kontrol altında tutmalıyız. Böylelikle yakın gelecekte ümit verici tedavi seçeneklerini kullanma şansını yakalayabiliriz.”

Diyabetin Türkiye’de ve dünyada görülme sıklığı

Diyabet, dünya genelinde global bir sağlık sorunu olarak kabul ediliyor. Her geçen gün sıklığının artmasıyla birlikte başka kronik hastalıklara neden olabilmesi hastalığın önemini artırıyor. Yapılan araştırmalar, dünya genelinde150 milyon diyabetlinin bulunduğunu gösterirken, bu sayının 2025 yılında 300 milyonu aşacağı tahmin ediliyor.

Anadolu Sağlık Merkezi Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları ve Diyabet Uzmanı Dr. Mithat Bıyıklı, Türk toplumunda diyabet görülme oranının %7.2 olduğu ve diyabetin ortaya çıkmasında çok önemli olan glikoz tolerans bozukluğu yani gizli şekerlilerin oranının ise % 6.7 olduğuna dikkat çekiyor.

Diyabette ulaşılması gereken kan şekeri hedefleri

Kan şeker düzeylerindeki hedefler, tedavide en kısa sürede ulaşılması gereken rakamları yansıtıyor. Kan şekeri değerlerinin uluslararası klavuzlarda belirlenen güvenli aralığa çekilmisi gerektiğini söyleyen Dr. Mithat Bıyıklı, ulaşılması gereken hedefleri şöyle ifade ediyor;

“Hastanın gerek laboratuvarda kan testleri kontrollerinde, gerekse evde kendi şeker ölçüm cihazı ile yapacağı ölçümlerde; sabah-öğle-akşam yemeklerinden önce açlık kan şekeri değerinin 80-110 mg/dl arası olması gerekir. Açlık kan şekeri kadar önemli olan, bir başka değer de tokluk kan şekeridir. Yine her üç ana öğüne ait yemeğe başladıktan iki saat sonra bakılan tokluk kan şekerinin 80-140 mg/dl arası olması beklenir.
Diyabet tedavisinde kan şekeri yüksekliği kadar düşüklüğü yani hipoglisemi de önemle üzerinde durulan bir konudur. Kan şekeri ölçümlerinde 80 mg/dl’yi alt sınır kabul ederiz. Sonuçlar 60-80 mg/dl arası değerlerde ise birtakım sorunlara neden olabilecek hipoglisemi riskine karşı tedbir alırız. Hastanın ilaç dozlarını yeniden ayarlarız ve diyetini gözden geçiririz. 60 mg/dl altında hipoglisemi değerleri, riskli değerler olarak kabul edilir ve acil şeker yükseltici tedbirler almayı gerektirir.

Eğer açlık kan şekeri 110 mg/dl’nin, ikinci saat tokluk kan şekeri de 140 mg/dl’nin altındaysa hastanın ‘Hemoglobin A1c’değerlerine bakılır. Kan şekerine ait son ve en önemli hedef olarak kabul edilen A1c’nin önemini hastalara anlatmak için “Bu sizin karne notunuzdur!”diyoruz. Çünkü A1c testi hastanın son üç aylık kan şekeri değerlerin ortalamasını yansıtır. Bir anlamda tedavinin kan şekeri düzeyi açısından başarısını gösteren ‘Hemoglobin A1c’ Testi’nin %6.5 değerinin altında sonuç vermesi beklenir.”

Otoriter bir baba mısınız?


Otoriter babalar esas olarak komuta ve kontrol odaklıdır ve negatif bir yaklaşım gösterme eğilimindedirler. Otorite sahibi babaların beş temel özelliği ise şunlardır.


Otorite sahibi babalık (ve annelik elbette) kontrol (aşırıya kaçtığında otoriterliğe gider) ve desteklemeyi (aşırıya kaçtığında aşırı izin verici tutuma gider) birleştiren farklı bir yaklaşımdır. Otorite sahibi babaların beş temel özelliği ise şunlardır:

Otorite sahibi babalar çocuklarına karşı sıcak ve destekleyicidir ve olumlu davranışlar için model oluştururlar. Çocuklarla yakın ilişki kurmak ve onlarla ortak amaçlar belirlemek üzere çocukların olumlu yönlerini görürler. Otoriter babalar ise esas olarak komuta ve kontrol odaklıdır ve negatif bir yaklaşım gösterme eğilimindedirler.

Otorite sahibi babalar net sınırlar ve beklentiler oluştururlar. Aşırı izin verici babalar genellikle ilişkiler açısından güçlüdürler ancak iş net standartlar oluşturmaya ve bunları korumaya geldiğinde kararsız kalırlar. Kendi sınırlarını tanımlama sorumluluğunun çocuklara bırakılması ise son derece olumsuz sonuçlara yol açabilmektedir.

Otorite sahibi babalar çabuk çözümler yerine uzun vadeli bakış açısına sahiptir. Bu nitelik babalara, çocukların sürekli değişen ihtiyaçlarına uyum göstermelerinde yardımcı olur. Otoriter babalar yönetilmesi kolay küçük çocuklarda sorun yaşamayabilirler, ancak daha büyük çocukların artan istekleri ve bağımsızlık ihtiyacı babaların esneklik gösterebilmesini gerektirir. Aşırı izin verici babalar ise küçük çocuklarını üzüntüden korumaya çalışırken, aslında onları hayatın ileriki yıllarında çok işine yarayacak olan, zorlukları yaşayarak öğrenme fırsatından mahrum bırakabilirler.

Otorite sahibi babalar, iyi bir insan olmanın anlamını yansıtır ve aktarırlar. Saygı, ahlaklı davranma, şefkat ve diğer erdemleri öğretmede her üç babalık tipi de başarılı olabilir, ancak otorite sahibi babalar çocukların örnek alabileceği daha dengeli bir yaklaşım sunarlar.

Otorite sahibi babalar çocuğun ruhsal ve manevi yönden gelişimini de destekler ve yol gösterici olurlar. Ancak çocuğu kendisi ile aynı inançlara sahip olmaya zorlamazlar, bunun yerine kendi yolunu bulmasına yardımcı olurlar.

Peki sizin “babalık stiliniz” ne?

Yukarıdaki beş özellikten sizi en fazla zorlayan özellik hangisi? Babalık stilinizi saptamak ve olası eksiklerinizi gidermek için girişimde bulunmanıza yardımcı olacak birkaç öneri:

Babalık “stilinizi” başka bir baba ile tartışın. Sizce otorite sahibi mi, otoriter mi , aşırı izin verici bir baba mısınız? Stiliniz farklı durumlarda değişiyor mu?

Evde tansiyon yükseldiğinde nasıl bir babalık stili sergilediğiniz konusunda eşinizin yorumlarını alın. Böyle durumlarda kontrolü siz mi ele alıyorsunuz, ortamdan kaçıyor musunuz yoksa sakin bir şekilde konuya dahil mi oluyorsunuz?

Düşünün bakalım, çocuğunuzun öğretmenlerinin isimlerini sayabiliyor ve çocuğun günlük ders programını biliyor musunuz? Dönem bitmeden ona nasıl yardımcı olabileceğinizi çocuğunuza sorabilirsiniz.

Uzman doktorlardan doğum sonrası kilo verme, spora başlama ve sağlıklı beslenme rehberiniz...

Memorial Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Bölümü’nden Uz. Dr. Gökçe Günbey, Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Op. Dr. Remzi Aydın ve Memorial Ataşehir Tıp Merkezi Beslenme ve Diyet Bölümü’nden Dyt. Şefika Aydın, “Doğum Sonrası Kilo Verme” hakkındaki sorularımızı yanıtladı.

HAMİLELİK DÖNEMİNDE KİLO ALMA ORANI NE OLMALIDIR?

Op. Dr. Remzi Aydın: Klasik olarak "hamilelik dönemi boyunca 8 ila 12 kilo alımı normaldir" dense de, Her kadının hamilelik öncesi kilosu, metabolizması ve risk faktörleri farklı olduğundan standard bir limit koymak doğru değildir. Her kadın için bireysel olarak hesaplanmalıdır. Örneğin gebelik öncesi 90 kg olan ve şeker hastalığı riski taşıyan bir gebe için bu 6 - 9 kg olabileceği gibi, çok zayıf hamile kalan için 15 - 17 kilo bile sorun olmayabilir.

DOĞUM SONRASINDA HASTALARIN KİLOLARIYLA İLGİLİ SAPLANTILARI OLUYOR MU?

Op. Dr. Remzi Aydın: Kadınların tabii ki fiziksel görünümleri ve kiloları ile ilgili kaygıları her zaman vardır ve olmalıdır da! Bu kendi vücudunu beğenme duygusunu beraberinde getirir. Bununla beraber gebelik döneminin çok özel ve geçici bir dönem olduğu akıldan çıkarılmamalıdır ve bu dönemde klasik güzellik ölçütlerinin geçerli olamayacağı bilinmelidir.Unutulmamalıdır ki bu dönem geçicidir ve bu dönemin sonunda çifti büyük bir ödül beklemektedir!

DOĞUMUN HEMEN SONRASINDA ZAYIFLAMAYA BAŞLAMAK KADINI NASIL ETKİLER?

Op. Dr. Remzi Aydın: Doğumla beraber 4-6 kg arasında kilo kaybedildikten sonra, eğer doğru bir beslenme rejimi uygulanırsa düzenli bir şekilde ayda 1- 2 kg arasında verilebilir. Unutulmamalıdır ki çok az kalori almak hem loğusa sağlığı için zararlı olabilir, hem de sütün azalmasına yol açabilir.

ANNENİN DOĞUMUN HEMEN SONRASI DÜŞÜK KALORİLİ DİYETLER YAPMASI DOĞRU MUDUR?

Uz. Dr. Gökçe Günbey: Yeterli ve dengeli beslenme ile anne hem kendi fizyolojik gereksinimlerini karşılamakta, hem de bebeğinin fizyolojik ve psikolojik açıdan gereksinimi olan anne sütünün yeterli miktarda üretilmesini sağlamaktadır. Bu dönemde annenin hem kendi sağlığı, hem de bebeğinin sağlığı açısından daha çok enerji, protein, vitamin ve mineral alması gerekmektedir.

Emziren annelerin, emzirme dönemi boyunca günlük enerji gereksinimlerine en az 500 kalori ilave edilmesi gerekmektedir. Gebelik döneminde normalden fazla kilo alan ve gebelik öncesinde de fazla kilolu olan annelerin emzirme döneminde vitamin ve mineral alımına dikkat ederek ayda 2 kilo kadar zayıflamasında bir sakınca olmadığı ve bunun süt üretimini olumsuz etkilemediği bildirilmektedir.

Ancak emzirmenin herhangi bir döneminde günde 1500 kaloriden daha düşük diyetler asla uygulanmamalıdır. Bu seviyenin altındaki enerji alımlarının süt üretimini bozmasının yanı sıra diğer besin öğelerinde de yetersizliğe yol açabileceği bilinmektedir.

ANNENİN BESLENMESİ SÜTÜN KALİTESİNİ ETKİLER Mİ?

Uz. Dr. Gökçe Günbey: Anne sütünün kalitesi annenin yediği gıdalardan direkt olarak etkilenmemekle birlikte, sütün miktarı annenin aldığı sıvı gıdalarla ilişki gösterebilmektedir. Anne sütünün % 80’den fazlası sudan oluşmaktadır. Bu nedenle süt miktarının yeterli olabilmesi için annenin günde en az 3 litre sıvı gıda alması gerekmektedir.

Vejetaryen diyet ile beslenen annelerde protein ve bazı vitamin eksiklikleri görülebilmekte, bu eksiklikler takviye edilmediğinde bebekte de eksikliklere yol açabilmektedir. Ayrıca annenin diyetinin kalsiyumdan fakir olması durumunda, kalsiyum anne kemiğinden alınıp süt üretimine katılmaktadır. Bu durum hem anneyi, hem de bebeğin gelişimini olumsuz olarak etkilemektedir. Emzirme döneminde annenin iyot gereksinimi de normale göre artış göstermektedir. Özellikle guatr vakalarının fazla görüldüğü bölgelerde, bebekte ve annede eksiklik olmaması için iyot gereksinimi mutlaka karşılanmalıdır. Sonuç olarak diyebiliriz ki; vitamin, mineral, protein, yağ ve karbonhidratlardan oluşan yeterli ve dengeli beslenme hem anne, hem de bebek sağlığı açısından vazgeçilmezdir.

DOĞUM YAPAN ANNELER FAZLA KİLOLARINI NE ZAMAN VERMEYE BAŞLAYABİLİR?

Dyt. Şefika Aydın: Anne sütü alan çocuk ilk 3-4 ayda normal bir gelişim göstermektedir. Dört aydan sonra büyüme hızı yavaşlamaya başlamaktadır. 6. aydan sonra da ek besin verilmeye başlanmaktadır. Ülkemizde annelerin çoğunlukla çocuklarını 1,5- 2 yaşına kadar emzirdikleri bilinmektedir. Gebeliğinde fazla kilo alan anneler hamileliğin ilk 4 ayını atlattıktan sonra toparlanma dönemi sonrası diyet yapmaya başlayabilirler.


KİLOLARI NE KADAR SÜREDE VERMELİLER?
SPORA NE ZAMAN BAŞLANABİLİR?
BESLENME ÖNERİLERİ NELERDİR?

KİLOLARI NE KADAR SÜREDE VERMELİLER?

Dyt. Şefika Aydın: Yapılan çalışmalarda hamilelik sonrasında haftalık 0.5kg kilo kaybı annenin gereksinimlerini azaltmamakta ve süte her hangi bir etkide bulunmamaktadır. Annenin aylık vermesi uygun görülen kilo 2’dir. Toplam süreç annenin fazla kilosuna bağlıdır. Gebeliğinde 15 kilonun üzerinde alan anne ile gebelik döneminde 9-12 kg alan annenin kalan kilosunu verme süresi kişiden kişiye değişmektedir. Fakat fazla kilolarda süreci daha uzuna yaymak kiloyu korumanın en önemli adımıdır. Hızlı verilen kilo annede kas kaybına sebep olur.

Yorgunluk, baş ağrısı, kan şekerinin düşmesi, stres, ağız kokusu kemik minerilizasyonunda azalma gibi birçok sağlık problemleri oluşturmaktadır.

“EMZİRMEK” FORMA GİRMEK İÇİN ETKİLİ MİDİR?

Op. Dr. Remzi Aydın: Emzirmek eylemi anne için yoğun bir metabolizma artışı demektir. Bu hem bebeğe verilecek sütün içindeki maddelerin kalorisi, hem de emzirme eylemi için harcanan kalori demektir. Bu kalori harcamaları tabii ki annenin forma girişini hızlandırabilir. Sadece dikkat edilecek nokta anne sütünü çoğaltabilmek için bilinçsizce kalori alışında artışa yol açmamaktır. Yoksa süt verildiği sürece forma girmek bir yana daha da fazla kilo alımına yol açılabilir.


DOĞUMDAN NE KADAR SONRA SPORA BAŞLANABİLİR?

Op. Dr. Remzi Aydın: Normal doğum sonrası eğer dikiş yoksa 1. hafta sonrası spora başlanabilir.Ama annenin yoğun bir süt üretim ve yeniden yapılanma döneminden geçtiği ve çok yorgun olabileceği düşünüldüğünde ilk haftalar, günde sadece 15 dk..kadar kısa tutulabilir ve sadece karın ve kaça eklemleri ile ilgili egzersizlerle sınırlı tutulmalıdır. Çok güncel olan "Pilates" türü egzersizlerin hafif ve zorlamasız türleri özellikle faydalı olabilir. Buradaki asıl amaç bel ve kalça etrafındaki kasların forma sokulmasıdır. Sezaryen sonrası ise egzersizlere 3. haftanın sonrası başlanılmalı,6.haftanın sonrası aerobik, kalori harcamasını hızlandıracak egzersizlerle desteklenmelidir.

EMZİREN ANNELERE BESLENME AÇISINDAN ÖNERİLERİNİZ NELERDİR?

Dyt: Sefika Aydın: Emziren anneler aşağıdaki önerilerimizi dikkate almalıdırlar.

• Doğumdan sonra bebek emzirilirken gebelik öncesi döneme göre daha fazla sıvı besin alınmalıdır. Emziklilikte su metabolizmasında artış vardır. Alınan su süt salgılanmasıyla, metabolik su ise artan yiyecek alımıyla artmaktadır. Süt miktarının değişmemesi için annenin sıvı alımını arttırmak gerekir. Günlük alınan toplam sıvı miktarı yaklaşık 3000 ml olmalıdır. Bu miktar pratik ölçüler ile 12 su bardağı su, süt, ayran, hoşaf, komposto, limonata, şerbet, meyve suları şeklinde önerilmelidir. Çay, kahve gibi içeceklerin süt verimini azalttığı bilinmektedir

• Kalsiyum yönünden zengin olan süt, yoğurt ve peynir belirtilen miktarlarda düzenli olarak tüketilmelidir.

• Her gün 1 adet yumurta ve 1 porsiyon etli sebze yemeği veya kuru baklagil yenilmelidir.

• Kuru fasulye, nohut, mercimek ve bulgur karışımı yemekleri, portakal, mandalina, domates, maydanoz, yeşil biber, taze soğan gibi C vitamini yönünden zengin sebze ve meyvelerle birlikte tüketilmelidir. Bireysel özelliklere göre gaz yapıcı besinler çıkartılabilir.

• Vitaminlerden zengin sebze ve meyveler diyette her öğün olmalıdır.

• Salam, sosis, sucuk gibi katkı maddesi içeren diğer hazır besinler mümkün olduğu kadar tüketilmemelidir.

• D vitamini besinlerde bulunmaz. Ancak güneş ışınlarının doğrudan cilde yansıması ile sağlanır. Bu nedenle emzikli anne güneşlenmeye özen göstermelidir.

• Yemeklerde mutlaka iyotlu tuz kullanılmalıdır. Doğal besinlerde yeterince alınmayan iyot, ancak iyotlu tuzun kullanılması ile anne sütünden bebeğe geçer.

• Kuru meyveler ve kuru yemişler yoğun enerjileri yanında, demir ve kalsiyum gibi minerallerden de zengindir. Ağırlık kontrolü de yapılarak bu besinler tüketilebilir.

• Kansızlığa neden olduğundan yemeklerle birlikte çay içilmemelidir. Çayı kuşluk, ikindi gibi öğün aralarında, yani yemek yendikten 1-2 saat sonra açık olarak içilmeli, çaylara limon suyu eklenmelidir. İçecek olarak ıhlamur, nane, papatya, kuşburnu gibi bitki çayları tercih edilmelidir.

• Hazır meyve suları, gazoz ve kolalı içecekler yerine taze sıkılmış meyve suları, ayran, limonata tercih edilmelidir.

• Pekmez kan yapıcıdır, şeker boş enerji kaynağıdır. Şeker yerine tatlı olarak pekmez yenmesi kansızlığa karşı alınacak önlemlerden birisidir.